Hindistan – Delhi
Altın silsilenin yirmidokuzuncu halkası yine Hind diyarından. Babası Şah Abdüllatif, Kadiri tarikatına bağlı. Oğlu doğmadan önce rüyasında Hz. Ali’yi gördü. Hz. Ali ona: “Oğluna Ali adını koymasını” söyledi. Bu yüzden oğlu doğduğunda babası ona “Ali” adını verdi. Ancak daha sonra kendisine “Gulam-ı Ali” denmeğe başlandı. “Gulam-ı Ali” Ali’nin hizmetçisi demekti. Daha sonra rüyasında Hz. Peygamber’in Dehlevi’ye bizzat ”Abdullah” diye hitap etmesi sonucu ” Abdullah Dehlevi” diye meşhur oldu.
Seyyid olup, Hazreti Ali efendimizin soyundandır. 1158 (m. 1745) senesinde Hindistan’ın Pencap şehrinde doğdu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine talebe oldu. Onun sohbeti ve teveccühleri ile kemâle gelerek, zamanının bir tanesi oldu. Çok kerâmetleri görüldü. En büyük kerâmeti, kendisine gelen sâdık kimselerin kalblerine bir teveccüh ederek, feyz ve bereketle doldurmasıydı. Binlerce âşıkı bir bakışta cezbelere ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuştururdu. İnsanların Cehennemden kurtulması için zamanın sultanlarına, komutanlarına, beylere, âlimlere, cemiyete hükmeden kimselere mektûplar yazar, onlara nasîhatlarda bulunurdu. Çeşitli memleketlere göndermiş olduğu mektûplarından yüzyirmibeş adedi, talebelerinden Rauf Ahmed Müceddidî tarafından toplanarak, “Mekâtîb-i şerîfe” ismi verildi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, 1240 (m. 1824) senesinde Delhi’de vefât eyledi. Şah Cihan Câmii yakınındaki kendi dergâhında, mermerden yapılmış mezar içinde, üstâdının yanında ve onun batı tarafında medfûndur. Binlerce âşıkı her zaman ziyârete gelmekte, onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedir.
Abdullah-ı Dehlevî, küçük yaşından i’tibâren babasının yanında ilim öğrenmeye başladı. Onüç yaşına gelince, babası onu, kendi hocası olan Nâsırüddîn hazretlerinin sohbetinde bulunup, ilim öğrenmesi için Delhi’ye götürdü. O sırada Şeyh Nâsırüddîn vefât ettiği için görüşmek mümkün olmadı. Bunun üzerine babası; “Ey oğlum! Ben seni üstadım Nâsırüddîn hazretlerinden ilim öğrenip, onun terbiyesi altında yetişmen için getirmiştim. Ne yapalım, nasip değilmiş. Şimdi serbestsin. Mübârek kalbine nereden bir ma’rifet kokusu gelir, seni yetiştirecek bir âlim ve velî bulabilirsen, ona gidip büyüklerin yolunu öğrenebilirsin” dedi. Abdullah-ı Dehlevî, bunun üzerine Delhi’de Allah adamlarının sohbetlerinde bulunmaya gayret etti. Evliyânın büyüklerinden Hâce Zübeyr, onun halîfelerinden Ziyâullah ve Abdüladl, Hâce Nâsırüddîn’in oğlu Hâce Mîr Dürer, Mevlânâ Fahreddîn, Fahr-i Cihân-ı Çeştî Dehlevî, Hâce Nânû, Hâce Gulâm-ı Çeştî gibi büyük zâtların sohbetleriyle şereflendi. Yirmiiki yaşına kadar onlardan tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Tasavvuf yolunda yetişip büyük bir velî olmak için çalıştı. Yirmiiki yaşından sonra, zamanın bir tanesi, dünyânın en büyük âlim ve evliyâsı, insanları hakka da’vet eden, Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) gelen feyz ve bereketleri alıp başkalarına aktarabilen, velîler zincirinin halkalarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleriyle karşılaştı.
Seyyid Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın kendisini talebeliğe kabûl buyurması için yalvardı. O da; “Evlâdım! Bizim yolumuz, tuzsuz taş yalamak gibidir. Bunun için sen kendine, zevk ve şevk ile dolu olan yerler bul” buyurdu. Onun büyüklüğünü anlayan Abdullah-ı Dehlevî ise; “Ben de tuzsuz taş yalamayı arzu ediyordum. Bunu hepsinden çok seviyorum. Ne olur bu fakiri kabûl buyurunuz” dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân “Peki” buyurup kabûl etti. Önce zâhirî ilimleri öğretti. Zamanın fen ilimlerinde yetiştirdi. Sonra da tasavvufta yetiştirmeye başladı. Nakşibendiyye yolunun edeblerini öğretti. Onbeş sene Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın şerefli sohbetinde bulundu. Huzûrunda nihâyete kavuşunca, ya’nî evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşınca, kendisine Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyyede irşâd için icâzet verdi.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, hocasının vefâtından sonra talebe okutmağa başladı. Âlim ve sâlihlerden yüzlerce kimse, uzak yolculuklara katlanarak Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzûruna koştular. Onun hizmetiyle şereflenip, kalblere deva olan sohbetlerine kavuştular. Teveccühleri bereketiyle yüksek makamlar sahibi oldular. Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) i’tibâren gelen nübüvvet yolunun feyzlerine mazhar oldular. Bunların en başta geleni, Bağdat’tan gelen Mevlânâ Hâlid hazretleridir.
Abdullah-ı Dehlevî, günlük hayâtını hadîs-i şerîflere uygun olarak geçirirdi. Çok az uyurdu. Teheccüd namazına kalktığında, talebelerini de uyandırırdı. Namazdan sonra yatmaz, Kur’ân-ı kerîm okur, murâkabe ve Allahü teâlâyı zikr ile meşgûl olurdu. Sabah namazını evvel vaktinde cemâatle kılar, talebeleriyle birlikte işrak vaktine kadar murâkabe ve Allahü teâlânın yüce ism-i şerîfini kalbleriyle anarlardı. Her bir talebesine ayrı ayrı teveccüh ederek, onların tasavvuf yolunda ilerlemelerini sağlardı. İşraktan sonra talebelere hadîs-i şerîf ve tefsîr dersi verirdi. Ziyâret için gelenlere ikramlarda bulunur, onlarla kısaca görüşür, sıkıntılarını giderdikten sonra gitmelerine müsâade ederdi. Makam sahibi olanlara da aynı muâmeleyi yapar, diğerlerinden ayırt etmezdi.
Cömertliği dillere destan idi. Hayası o kadar çoktu ki, insanlarla göz göze gelmemeye çalışır, aynada kendi yüzüne dahî bakmazdı. Müslümanlara o kadar şefkatli ve merhametli idi ki, kendisine kötülük yapanlara bile gece seher vakitlerinde duâ ederdi. Hâkim Kudretullah Hân, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin komşusu idi. Çoğu zaman Abdullah-ı Dehlevî’yi gıybet eder, aleyhinde konuşurdu. Birgün hapse düştü. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri onu hapishâneden çıkartmak için her türlü çâreye başvurdu. Hapisten çıktığında yaptıklarına utanıp, Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna geldi. Tövbe ettiğini bildirdi ve ona çok bağlı talebelerinden oldu.
Abdullah-ı Dehlevî her zaman şehîd olmayı arzu ederdi. Lâkin buyururlardı ki: “Mürşidim ve üstadımın, ya’nî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehîd edilmesinden insanlara çok sıkıntılar geldi. Üç sene büyük kıtlık olup, binlerce insan öldü. Yine o şehîdlik hâdisesi üzerine insanlar arasında olan kavga ve gürültülerde ölenler, herkesin bildiği gibi yazıya sığmayacak kadar fazla oldu. Onun için şehîd olmaktan vaz geçtim.” Abdullah-ı Dehlevî’nin son hastalığında basur ve kaşıntısı arttı. Bu sırada Luknov’da bulunan Ebû Sa’îd Fârûkî’ye kısa zamanda birçok mektûplar yazıp; “Benden sonra yerime siz oturursunuz” dediler. Bu haberler üzerine Ebû Sa’îd çok şaşırdı. Çoluk çocuğunu Luknov’da bırakıp sür’atle geldi. Huzûrlarına gelince; “Sizinle karşılaştığım zaman içimden çok ağlayacağım diyordum. Fakat öyle bir vakitte geldiniz ki, ağlayacak gücüm de yok” buyurup, çok ihsânlarda bulundular. Âdetleri öyle idi ki, hastalandığında vasıyyetname yazdırırlardı. Şimdi de hem yazdırdılar, hem söz ile anlattılar ve buyurdular ki: “Devamlı zikrediniz. Büyüklere bağlılığımızı muhafaza ediniz. Güzel ahlâklı olup, insanlarla iyi geçininiz. Kaza ve kader husûsunda nasıl ve niçini bırakınız. Yol kardeşleri ile birlik olmayı lâzım biliniz. Fakr, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül ve feragat üzere olunuz. Benim cenâzemi, âsâr-i nebeviyyenin bulunduğu Delhi’deki Büyük Câmi’ye götürünüz Allahın Resûlünden ( aleyhisselâm ) şefaat isteyiniz.” Yine buyurdu ki: “Hazret-i Hâce Behâeddîn Nakşibend (r.aleyh); “Bizim cenâzemizin önünde;
Huzûruna müflis olarak geldim,
Yüzünün güzelliğinden birşey isterim.
Şu boş zenbilime elini uzat,
O mübârek eline güvenirim
beytlerini okuyun” buyurmuşlardı.
Ben de, bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin güzel sesle okunmasını istiyorum:
Kerîmin huzûruna azıksız geldim,
Ne iyiliğim var, ne doğru kalbim,
Bundan daha çirkin hangi şey olur?
Azık götürürsün, O ise kerîm.”
Cumartesi günü idi. Mevlevî Kerâmetullah Sâhib’e; “Çabuk Meyan Sâhib’i (ya’nî Şah Ebû Saîd’i) (rahmetullahi aleyh) çağırınız” buyurdular. Mevlevî Sâhib ecele kalkıp, Ebû Sa’îd hazretlerini çağırdı. Kapıdan içeri girince, bakışlarını ona çevirdi ve bu hâlde, 22 Safer 1240 (m. 1824) senesinde, kuşluk vakti murâkabe hâlinde iken, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan ayrıldılar. İnsanlık için büyük üzüntü ve zarar olan vefâtı haberini duyan binlerce insan toplandı. Cenâze namazı, Büyük Câmi’de kılındı. Şah Ebû Sa’îd imâm oldu. Cenâzesı, üstâdı Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin medfûn bulunduğu kabrin sağ yanına defnolundu.
Şimdi orada bulunan üç kabirden biri de Şah Ebû Sa’îd hazretlerinindir. Hacdan dönerlerken Tunek’de vefât etti. Cenâzesini oradan getirip, Abdullah-ı Dehlevî’nin sağ yanına defnettiler. Bu duruma göre, Abdullah-ı Dehlevî’nin mezârı ortada olandır. Abdullah-ı Dehlevî’nin vefâtı için; “Nevverallahu madca’ahü: Allahü teâlâ kabrini nûrlandırsın” “Can be-Hak Nakşıbend-i sânî dâd: İkinci Nakşibend hakka can verdi” târih düşürüldü. Şâh Rauf Ahmed de pek güzel bir ruba’i söyledi ki şöyledir:
Zamanının kayyûmu Şâh Ahdullah-ı Dehlevî,
Vefât etti, açıldı ona, Cennât-i kerîm
Kalbimden vefâtına târih aradım, buldum:
Fî ravhın ve reyhânın ve Cennât-in-na’îm (1240)
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin en büyük kerâmeti, yetiştirdiği binlerce âlim ve evliyadır. Bunların içinde en büyükleri şunlardır: Mevlanâ Hâlid Ziyâeddîn Bağdâdî, Ebû Sa’îd Fârûkî, Mevlânâ Besâretullah, Mevlânâ Pîr-zâde, Rauf Ahmed, Mevlanâ Muhammed Can, Mevlanâ Fadıl Gulâm, Mevlânâ Şeyh Sa’dullah Sahib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerîm, Mevlânâ Şeyh Gulâm Muhammed, Mevlanâ Abdürrahmân, Mevlânâ Seyyid Ahmed, Mevlânâ Seyyid Abdullah Magribî, Mevlânâ Pîr Muhammed Mevlânâ Muhammed Münevver.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, “Makâmât-ı Mazhariyye” isimli eserinde, mübârek hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ı pek güzel anlatmaktadır. “Mekâtib-ı şerîfe” isimli kitabı ise, çok fâideli bilgi ve sırları açıklayan bir hazînedir. Bu kitaptan birkaç mektûp Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye isimli eserde, Türkçeye tercüme edilmiştir. Bu mektûpları okuyanlar Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilminin, derecesinin yüksekliğini açıkça görmektedir. Talebelerinden Rauf Ahmed Müceddidî, hocasının son bir sene içinde yaptığı sohbetleri yazarak, bir kitap hâlinde toplamıştır. Bu kitaba; “Dürr-ül-me’ârif” ismini vermiştir ki, çok fâideli bir eserdir. Bu iki kitap, Hakîkat Kitabevi tarafından neşredilmiştir.