Ankara –
Alimcan Barudi Efendi 1857 yılında Kazan vilâyetinin Barudiye (bugünkü B.D.T. Tataristan Özerk Cumhuriyeti’nin Porkhovaya Sloboda) yöresinde doğdu. Babası ticaretle uğraşan Muhammedcan Bünyaminoğlu Efendi, annesi Bibi Fahrünnisa Hanım’dır. Beş yaşına gelince Kazan şehrinde bulunan Kölboyu Medresesi’nde okumaya başladı. İlk dört yıl Kur’an okumayı ve Türkçe’yi öğrenmekle geçti. İkinci dört yıl Arapça (sarf-nahiv) okudu. Daha sonraki üç yılı da mantık ve kelâm kitapları okuyarak geçti. Medresedeki hocaları kendisine Buhara’ya gitmesini, tahsiline orada devam etmesini tavsiye ettiler.
1875 yılında kardeşi Azizcan ile birlikte Buhara’ya gitti. Buhara’ya varır varmaz, iyi hocalar aramaya koyuldu, onlarla görüştü. Kitaplıkları dolaşıp iyi ve faydalı kitaplar buldu ve zamanını azami derecede faydalı şeyler öğrenmekle geçirdi. Buhara’nın manevî havası, insanları kendisini çok etkiledi. Bunu kendisi şöyle anlatır: “Buhara’da geçirdiğim yedi yıl, hayatımın en tatlı bir devri sayılabilir. Buhara halkının ve talebenin sade yaşayışı, insanlık edeplerine riayetleri; halkın, hatta uluların ve zenginlerin ilme ve ilim yolunda bulunanlara karşı saygı ile davranmaları, benim pek hoşuma gidiyor, ders ve mütalaa babında neşatımı arttırıyordu. Genç şakirdler, gecenin serin havasında medrese avlusuna çıkıp, çapanlarına (cübbelerine) bürünüp ders tekrarlayıp bitirdikleri sırada, ben yatağa giriyordum. Sabahın erken saatlerinde kalkıp, ibrik biçimindeki küçük semaverimi yakıp, çayımı hazırlayıp hemen mütalâaya başlardım. Tanyeri ağarıncaya dek yanımdaki kardeşimin bir dersini dinledikten sonra, büyük üstadım Seydi İhtiyar Han Hazretlerinin evine giderdim. Ders arkadaşlarım gelinceye dek, kapı yanında, üstadın gözyaşları dökerek Kur’an okumasını ve münâcaatını dinleyip otururdum. Ne kadar tatlı idi “o saatlerim!”
Alimcan Barudi Efendi, Buhara’da yedi yıl kaldıktan sonra, kafası bilgi ve fikir ile doygun ve develere yüklediği denkleri çok kıymetli kitaplarla dolgun bir halde memleketi Kazan’a döndü. “Ak Meçit” adını taşıyan camide imamlık yapmaya başladı. Bir süre sonra medrese açtı. Medresesi zamanla gelişti, büyüdü, yeni binalar yapıldı (1901) ve “Medrese-i Muhammediye” adıyla adlandırıldı.
Alimcan Barudî Efendi, medresesinde yeni bir usûl takib etti. Eski medreselerdeki eğitimin problemlerini yakından biliyordu. Gerek metod yönünden, gerek müfredat yönünden pek çok eksiklikler vardı. Öğretim okumaya ve ezbere dayanıyordu ve birkaç yılda öğretilebilecek bilgiler için yıllar harcanıyordu. Onun için Kırım’da Gaspıralı İsmail Bey’in başlattığı yeni metodları (Usûl-i Cedîd) benimsedi. Buna göre, ilkokul medreseden ayrılıyor, elifba öğretimi heceleme yoluyla değil de, “Usûl-i Satviyye” denilen yeni bir metodla yapılıyor; okumanın yanında yazı da öğretiliyordu. Kızlar için de ilkokullar açılması, erkeklere öğretilen bilgilerin onlara da öğretilmesi isteniyordu. Medresede tefsir, hadis, fıkıh ve Arapça’nın yanısıra müsbet ilimlere de (tabiiyat, riyaziyat, tarih, coğrafya) yer verildi. Ayrıca millet dili olan Türkçe ile, devlet dili olan Rusça da programa alındı. İslâmî ilimlerin Arapça’nın yanısıra Türkçe olarak da anlatılmasının faydalı olacağı kanaatinde olduğu için, medresede okutulmak üzere ders kitapları yazdı: Ezkârüs Salât, Bed’ül Maarif, Muamelât-ı Diniyye… gibi.
Alimcan Barudi Efendi‘nin kurduğu, hocalık ve idarecilik yaptığı bu medrese (Medrese-i Muhammediye), devrinin en ileri eğitici kadrosuna sahipti ve en iyi eğitim kuruluşu olarak tanınıyordu. İbtidai, rüşdiye, idadî ve âliye kısımları vardı. Ayrıca öğretmen yetiştirmek için “Muallimin Şubesi” tesis edilmiş idi. Rusya müslümanlarının uyanışında, eğitim ve kültür seviyelerinin yükseltilmesinde bu medresenin büyük payı vardır.
Alimcan Barudî Efendi bu faaliyetlerinin yanında, İdil-Ural bölgesindeki siyasi ve sosyal hareketlere de etkili bir şekilde katıldı. Rusya müslümanlarının tertip etmiş olduğu ikinci (13/23 Ocak 1906) ve üçüncü (16-21 Ağustos 1906) kongrelerde faal rol oynadı. Bilhassa üçüncü toplantıda dinî-ruhanî müesseselerin ıslahı konusunda kurulan komisyona başkanlık etti. Müslümanların haklarını korumak için kurulan “İtti-fakül Müslimin” adlı siyasi partinin kuruluş çalışmalarına katıldı. Ayrıca “Ed-Din vel-Edeb” adında, Usûl-i Cedidciler safında yayın yapan onbeş günlük bir dergi çıkardı (1906). Fakat bütün bu çalışmalar Rus yönetimini çok rahatsız ettiği için iki yıl müddetle kuzeydeki Vologda şehrine sürgün edildi (1908).
Alimcan Barudî Efendi ilmî ve sosyal çalışmalarını tasavvufî çalışmalarla birlikte yürüttü. O, öteden beri faydasız, neticesiz bilgiden kaçınıyordu; ilminin ve gayretlerinin boşuna gitmesinden pek korkuyordu. Ona ilmin faydalı ve neticeli olması için, ilim sahibinin müttakî, dindar ve ahlâklı olması birinci şart gibi görünüyordu. Okuduğu Teracüm-i Ahval kitaplarından, işittiği kıssalardan, görüştüğü ünlü zatlardan, o yüce sıfatların tasavvuf ehlinde mevcud bulunduğu neticesine vardı. Onun için talebelik devrinden beri tasavvufa ilgi duydu. Gümüşhaneli Ahmed Ziyaüddin Efendi‘nin, Kazan ve Kafkasya’da tarikat neşrine memur ettiği halifelerinden Şeyh Zeynullah Rasûli Efendiye intisab edip, tasavvufî eğitimini tamamladı. Kazanlı Şeyh Zeynullah Rasûli Efendi, tarikat çalışmalarının yanısıra kendisine ait “Rasuliye” medresesinde hocalık yapan ve Tatar entellektüel hareketinde büyük tesirleri olan bir kimseydi.
Alimcân Barudî Efendi, Rusya’da 1917 Şubat ihtilâlinden sonra ortaya çıkan geçici hürriyet havasından faydalanmak isteyen, müslüman Türk unsurların 1-11 Mayıs tarihleri arasında Moskova’da tertib ettiği “Bütün Rusya Müslümanları Kurultayı’na katıldı. Burada İç Rusya, Sibirya ve Kazakistan müslümanlarının dini işlerini yürütmek için yapılan müftülük seçiminde en fazla oyu alarak “Rusya Müslümanları Müftüsü” seçildi. Daha sonra, Ufa’da kurulan İç Rusya ve Sibirya Türk-Tatarları’nın Milli Meclisinde bulundu. Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmelerinden sonra da bir müddet görevine devam ederek, bu yıllarda müslümanların haklarının korunması için çalışmalar yaptı. Osmanlı Devleti’nin Moskova elçisiyle çeşitli görüşmeler yaparak Rusya’daki Türklerle ilgilenmelerini sağlamaya çalıştı. Fakat faaliyetlerinden dolayı, bir müddet sonra Bolşeviklerce birkaç ay hapsedildi. O yıllarda Rusya’da ortaya çıkan kıtlık ve açlık yüzünden zor günler geçirdi. 1921 yılında Moskova’da vefat etti.
Aynı zamanda bir Nakşî şeyhi olan Alimcân Barudi Efendi, “Usûl-i Cedid” hareketinin eğitime uygulanmasında, yenilikçi fikirlerin Rusya müslümanları arasında yayılmasında ve bu yolla müslümanların şuurlanması, fikri ve kültürel seviyelerinin yükseltilmesinde ilmî şahsiyetinin yanında, bilhassa tasavvuf! kişiliği ile mühim tesirler icra etmiştir. Fakat “Cedidciler” safında yer almakla birlikte, İslâm birliğini zayıflatacağı inancıyla milliyetçilik akımlarına; dini ve millî hayata zarar vereceği için batıcılık akımlarına taraftar olmamıştır. Yazdığı eserlerde ve mecmuasında bu fikirleri savunmuştur. O zamanki kültür merkezleri olan İstanbul, Şam, Mekke, Medine ve Kahire’de bulunmuş ve buralardaki tanınmış ilim adamlarıyla görüşmüştür. Bir başka özelliği de ilim adamlarının faydalandığı çok zengin ve kıymetli yazmalara sahib özel bir kütüphane kurmuş olmasıdır.
Öğretimin Türkçe yapılması fikrinde olduğundan bir çok ders kitabı yazmış ve bunlar devrin mekteplerinde okutulmuştur. Bunlar arasında en önemlisi kabul edilen Maarif-i İslâmiyye adlı eseri, kaleme alındığı 1890 yılından başlayarak defalarca basılmış, Rusya müslümanlarının uyanış hareketlerinde önemli tesirler yapmıştır. “Ed-Dîn vel-Edeb namında ayda iki mertebe neşredilir mecelle-i İslâmiyyedir.” başlığıyla 1906 yılında Kazan’da yayınlamaya başladığı ve kaydedildiğine göre 1917 yılına kadar yayınını sürdüren onbeş günlük mecmuası, devrin en uzun ömürlü neşir organlarından biri olduğu kadar, mutedil yenilikçi fikirlerin de temsilcisi durumundaydı.
Alimcân Barudî Efendi hakkındaki yazımızı bir talebesinin ifadeleriyle noktalıyoruz:
“Yumuşak, tatlı bir eda ve yavaş bir sesle konuşan; her soruyu düşünerek cevaplandıran; umumiyetle bir mütefekkir ve hakim tavrıyle görünen, ağır başlı, ince yüzlü, orta boylu, nahîf bedenli bir kişiydi üstadımız… Gerçekten riyazî ve perhizkâr adam olduğu besbelliydi. Öte yandan -bir tüccarzâde olmasından mıdır, nedir- bir batılı gibi hesaplı kitaplı bir âlimdi; dünyalıktan da elini ayağını çekmiş değildi. Çocuğu olmadığı için zürriyet bırakmadı ama, onun kültür ve terbiye alanında bıraktığı nurlu izler döl-döş aratmayacak ve unutulmayacak kadar ulvîdir.”
Kaynak ; ) Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s.503-506 ( Yazan : Metin Erkaya ) , İstanbul 1993. İlim ve Sanat Dergisi.