Sure-i Yunus 62,63,64 / Ruhu’l-Beyan Tefsiri:
62. İyi bil ki Allah’ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
63. Onlar imân edip de takvaya ermiş olanlardır.
64. Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.
“İyi bil ki” dikkat edin ve bilin ki “Allah’ın dostlarına” yani Allah’ın sevgilisi ve nefislerinin düşmanı olanlara, demektir. Çünkü velilik, Allah’ı ve kendi nefislerini marifet (bilip tanımak) demektir. Allah’ı marifet O’nu muhabbet nazarıyla görmektir. Nefsini marifet ise nefsin halleri ve özellikleri üzerindeki perde açıldığında onu düşman nazarıyla görmektir. Nefsi gereği gibi tanıyıp onun Allah’ın da senin de düşmanın olduğunu anladığın, sabırla ve sıkıntılara aldırmadan onu tedavi ettiğin zaman nefsin hile ve tuzaklarından emin olursun. Ona şefkat ve rahmet nazarıyla bakmazsın et-Te’vîlâtü’n-Necmiyye’de böyle denilmektedir.
Ebu’s-suûd Efendi şöyle der: “Sözlükte velî, yakın demektir. Allah’ın velilerinden maksat ise Allah’a ruhanî olarak yakın olan hâlis mü’minlerdir.”
Çünkü onlar Allah’a itaat ederek O’nun velisi olurlar. Yani Allah’a müstağrak olarak O’na yaklaşırlar. Öyle ki gördükleri zaman O’nun kudretinin delillerini görürler, işittikleri zaman O’nun âyetlerini işitirler, konuştukları zaman O’nu överek konuşurlar, hareket ettiklerinde O’na hizmet için hareket ederler, gayret ettikleri zaman O’na tâat etmeye çalışırlar.
Allah’ın velilerine iki cihanda da herhangi bir istenmeyen durumun başlarına gelmesi ile ilgili bir “korku yoktur.” Korku, istenmeyen bir durumun ileride gerçekleşmesi endişesinden kaynaklanır “ve onlar” bir isteklerinin elden kaçması hâlinde “üzülmeyeceklerdir.”
Üzülme, geçmişte kötü gördüğü bir şeyin gerçekleşmesinden ya da yine geçmişte sevdiği bir şeyi elinden kaçırmaktan kaynaklanır. Yani üzülmelerini gerektirecek şeyler başlarına gelmeyecektir. Gelecek olsa bile endişelenmeyecekler, korkmayacaklardır. Bilâkis, dâimi bir sevinç ve neşe içerisinde olacaklardır.
Nasıl böyle olmasın ki, Allah Teâlâ’nın celâl ve heybetini yüceltmek, sadece kulluk haklarını yerine getirmek için korku ve haşyet hissetmek, havas ve mukarreblerin özelliklerindendir.
Bu sebepledir ki, el-Kevâşf’de şöyle denilmektedir: “Onlara” ahirette “korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Yoksa Allah’ın velileri dünyada korku ve üzüntü bakımından diğerlerinden çok daha ileridedirler.”
Onlara bu hallerin arız olması şu yüzdendir: Çünkü onların gayesi sadece Allah’a tâatte bulunmak ve O’nun rızâsına nail olmaktır. Bu gayenin gerçekleşmesi, Allah katında değerli olmayı ve yakınlığı da peşinden getirecektir. Cenab-ı Hak’ın vaadi gereği bunun gerçekleşmesinde, hiçbir şüphe yoktur ve elden kaçırılma ihtimalide bulunmaz. Bunun haricinde olup da bazen elde edilen bazen de elden kaçırılan dünyevî işler ise onların maksatları arasında değildirler. Dolayısıyla ister olsunlar, ister olmasınlar fark etmez. Bu gibi şeylerin zararından endişe edip, sağlayacağı yararı kaçırmaktan dolayı üzülmezler. Nitekim el-îrşâd’da böyle geçmektedir.
İşin aslı şudur: Allah dostları hüviyyet-i ahadiyyette fânî oldukları için ulaştıkları mertebenin ötesinde bir gayeleri ve düşünceleri kalmaz ki korkup üzülsünler. Hz. Hüdâyî k.s.’in Nefâisü’l-mecâlis’inde böyle geçmektedir.
63 “Onlar îmân edip de takvaya ermiş olanlardır.”
“Onlar İmân edip de takvaya ermiş olanlardır.” Bu ifâde şöyle düşünülebilecek bir soruya cevaptır: “Onlar kimdir, bu kıymetli mertebeyi elde etmelerinin sebebi nedir?” İşte bu soruya cevaben şöyle denildi: “Onlar, bütün hayırlara ulaştıran ve bütün serlerden alıkoyan takva ile Allah’tan gelen her şeye îmân etmeyi kendilerinde toplayan kimselerdir.”
Allâme şeyhimiz Osman Fazlı Efendi der ki: “Allah’ın velileri, şeriat ve tarikat mertebesinde kendilerinden kötü amel ve huyların sâdır olması, marifet ve hakikat mertebesinde ise kendilerinden gaflet ve telvînât hallerinin ortaya çıkması konusunda Allah’tan sakınırlardı. Çünkü onlar tabiatlarını şeriat, nefislerini tarikat, kalplerini marifet, ruhlarını ve sırlarını da hakikat yardımıyla ıslâh ederlerdi. Şu halde şüphe yok ki onlar Allah dışındaki tüm varlıklardan (mâsivâ) sakınırlar.”
Fakir (Bursevî) şöyle der: “Şeyhimiz bu sözleriyle buradaki takvadan kast edilenin, bu mertebelerin üçüncüsü olduğuna işaret etmektedir. Bu üçüncü mertebe insanoğlunun sırrını Hak’tan ve tamâmiyle O’na yönelmekten alıkoyan her şeyden uzaklaşmasıdır. Bu mertebe, aynı zamanda daha aşağıda yer alan îmânın ifâde ettiği şirkten korunma mertebesini ve günah görülen bütün fiil ve terklerden kaçınma mertebesini içine alan bir mertebedir. Veliler Allah’a yönelme ve masivadan kaçınma konusunda istîdât derecelerinin farklılığına göre farklı derecelere sahiptirler. Bu derecelerin en ilerisi, peygamberlerin himmetlerinin ulaştığı derecedir. Peygamberler, nübüvvet ve velilik riyasetlerini bir arada bulundurmaktadırlar. Maddî âleme dâir bilgilerle ilgilenmeleri, onları ruhlar âlemine yükselmekten alıkoymaz. Kudsî kuvvetle desteklenmiş tertemiz nefisleri son derece istîdâtlı olduğu için mahlûkatın maslahatına olan şeylerle ilgilenmeleri, onları hakkânî hâllere dalmaktan geri koymaz.”
İşte buradan Peygamber Efendimiz s.a.v.’in, Hz. İsâ a.s.’dan üstün oluşunun hikmeti anlaşılmış olmaktadır. Çünkü İsa a.s.ın dördüncü kata yükselmesi, Hz. Peygamber s.a.v.’in Arş’a ve Arş’ın üstüne miracından daha değerli değildir. Zira İsa a.s.’ın bu dünya ile alâkası sadece annesi yönünden olduğu halde, Hz. Peygamber s.a.v.’in alâkası hem anne hem de baba yönündendir. Böyle olmasına rağmen dünya ile alâkası ona engel olmamış, unsuriyyât âleminin sonlarına ve tabîiyyât âleminin zirvelerine ulaşabilmiştir. Yüce nurlarla devamlı olarak alâkayı sürdürmek mümkündür.
Nitekim bu durum çokça ibâdet ve tâatte bulunan bir zattan nakledilmiştir. Bu mümkün olmasa bile bu hâl, o kişinin bir melekesi hâline getirilir. Artık onun için beden bazen giydiği bazen çıkardığı bir elbise gibi olur. Görmez misin ki harcama gücü olan kimse her acıktığında dilediğini yiyip karnını doyurma imkanına sahiptir. İşte manevî rızkı ve bu rızkın menbaı’na yükselmeyi de buna kıyas et. Hatta bu, öncekinden çok daha evlâ bir durumdur. Çünkü bir vâsıta ve sebebe muhtaç değildir. İsteyenle istenen arasında mesafe yoktur.
Hz. Ali r.a.’den rivayet edilen sözlerden biri şöyledir; “Allah dostları, yüzleri uykusuzluktan sapsarı, ağlamaktan gözlerinin feri gitmiş, açlıktan karnı sırtına yapışmış, susuzluktan dudakları kurumuş kimselerdir.”
Saîd bin Cübeyr’den rivayet edilir ki: Hz. Peygamber s.a.v.’e “Allah dostları kimlerdir?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Onlar görüldükleri zaman Allah’ın hatırlandığı kişilerdir.” Yani Allah’ın özelliklerini, Allah’a karşı olan saygılarını, itminanlarını övdüğü kişilerdir. Bu tıpkı “onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir.” (el-Feth, 48/29) âyetinde anlatıldığı gibidir.
Büyüklerden birisi şöyle der: “Velilerin alâmeti, himmetlerinin Allah’la beraber, meşguliyetlerinin Allah’la ve kaçışlarının Allah’a olmasıdır. Sahiplerini müşahedede bakî; kendi hallerinde fâni olurlar. Böylece velayet nurları onların üzerine yağar da yağar. Kendi nefislerinden hiç haberleri olmaz, Allah’tan başka bir varlıkta da kararları kalmaz. Onlar, birbirlerini sırf Allah için sevenlerdir.
Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah’ın öyle kullan vardır ki peygamber ve şehit olmadıkları halde kıyamet gününde Allah katındaki mevkilerinden dolayı peygamberler ve şehitler onlara imrenir.” Sahabiler: “Yâ Rasûlallah, onlar kimdir? Onların amelleri nedir? Belki onları biz de severiz.” dediler. Efendimiz şöyle buyurdu: “Onlar aralarında akrabalık bağı bulunmadığı ve alıp verdikleri malları olmadığı halde birbirlerini sırf Allah için severler. Allah’a yemin ederim ki onların yüzü nurdur, nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” (54, Suyuti ed-dürril mensur IV 370-371, 55,Müsned V343)
Hz. Peygamber s.a.v’in: “Peygamberler onlara imrenir” sözü, temsil yoluyla onların hallerinin güzelliğini tasvirdir. El-Kevâşıâ der ki: “Bu ifâde mübalâğadır ve şöyle anlaşılmalıdır: “Bu özellikte bir topluluğun var olduğu farz edilseydi onlar bu kimseler olurdu. Yoksa peygamber olmayan bir kimsenin peygamber mertebesine ulaşması mümkün değildir.”
Fenârî’nin Tefsiru’l-Fâtiha’sında şöyle denilir: “Peygamberler, Allah’ın kendilerini mahlûkât için şefkat hissi ile yarattığı ümmetleri adına endişelenip korkarlar. Kıyamet günü: “Allah’ım kurtar, kurtar!” derler. Ümmetleri için son derece büyük bir korkuya kapılırlar. Ümmetler de kendileri için korkuya düşerler. Kendilerinden emin olanlara gelince içinde bulundukları bu emin durumdan dolayı peygamberler onlara gıpta eder. Çünkü onlar her ne kadar kendileri için emin iseler de ümmetleri için korku duymaktadırlar.”
Fakir (Bursevî) der ki: “Bu bölümü yazmayı bitirdiğim sırada hatırıma başka bir izah daha geldi: Mezkûr hadis, Allah için sevmek konusunu anlatmaktadır. Muhabbet (Allah’ın habîbi olmak) da diğer peygamberler ve veliler arasında sadece Hz. Peygamber s.a.v.’e has bir makamdır. Bu ma-kam O’nun s.a.v. getirdiği hakikatlere vâris olanlar arasında da kâmil insanların çıkabilmesine zıt düşmez. Çünkü tabî olanların kemâli, tabî oldukları zâtın kemâline bağlıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamberin vârislerinin de bu makama ulaşması ve bu sayede bazı peygamberlerin bu zâtlara imrenmesi, caiz şeylerdendir.”
Şöyle bir hadis vârid olmuştur: “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları’nın peygamberleri gibidir.” Böyle olmaları o peygamberlerin mertebesine ulaşmış olmalarını ve mutlak mânâda onlardan üstün tutulmala¬rını gerektirmez. Şurası kesindir ki, üstün olan bir kimse, başka bir yön¬den başkasından aşağı olabilir. Bunun aksi de geçerlidir. Görmez misin ki Hz. Peygamber s.a.v. “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.” Buyurmuştur. Marifet derecelerinin sonu yoktur. Her şeyin sonu ancak Allah’a varır.” (Acluni II 83 Müslim Fedail 140)
Bayezid k.s. der ki: “Allah’ın velileri gelinler gibidir. Gelinleri de sadece mahremleri görebilir. Mahrem olmayanlar ise göremez. Veliler O’nun katında üns perdesiyle gizlenmişlerdir. Onları hiç kimse ne dünyada ne de âhirette görebilir.”
Sehl k.s. de der ki: “Allah’ın velilerini ancak onlara denk olanlar ya da Allah’ın onlardan kendilerini faydalandırmak istediği kimseler tanıyabilir. Allah onları insanlar tanıyacak kadar tanıtsaydı onlar bu insanların aleyhine bir delil olurdu. Onları tanıdıktan sonra karşı gelenler küfre düşerler, onların emirlerini yerine getirmeyenler de yoldan çıkardı.”
Şeyh Ebü’l-Abbas k.s. şöyle der: “Veliyi tanımak Allah’ı tanımaktan daha zordur. Çünkü Allah Teâlâ, kemali ve cemali ile tanınır. Ama bir mahluk kendisi gibi yiyen, kendisi gibi içen birisini nasıl tanıyabilir? Allah dostlarının zahiri şeriat hükümleriyle müzeyyen, bâtını ise fakr nurlarıyla meşguldür.”
Ruhul beyan Tefsiri – İsmail Hakkı Burevi hz.