Cafer-i Sadık (r.a.) hazretlerinin kabri şerifi ; Medine’de Cennetül Baki Kabristanında
Eshâb-ı kirâmı görmekle şereflenen Tâbiîn devrinin yükseklerinden ve evliyânın büyüklerindendir. İsmi Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynelâbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib, künyesi Ebû Abdullah’dır. Tâhir, Fâdıl gibi lakabları vardır. En meşhûr lakabı, “Sâdık”tır. Babası Muhammed Bâkır, Annesi Ümmü Ferve’dir. Annesinin babası Kâsım, onun babası Muhammed ve onun babası da hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’tır. Annesinin annesi, Abdurrahmân bin Ebû Bekr’in kızı Esmâ’dır. 702 (H.83) senesinin Rebîul-evvel ayının on yedisinde Pazartesi günü Medîne-i münevverede doğdu. 765 (H.148) senesi Recep ayının on beşinde Pazartesi günü Mekke’de vefât etti. Kabri, Cennet-ül-Bâkî’de olup, babası ve dedesi yanındadır.
İmâmlığı, yâni tasavvufta, Kur’ân-ı kerîmin mânevî hükümlerini kalblere yerleştirme vazîfesi, feyz vermesi otuz dört sene sürmüştür.
Câfer-i Sâdık hazretleri, temiz ve yüksek bir neseb ve soya sâhip olduğu gibi, güzel yüzlü ve tatlı dilliydi. Bedeni sanki nûr saçıyordu. Yüzünün renginde beyaz ve kırmızı karışmış olup, tatlı bir çehresi vardı. Kuvvetli ve orta boylu idi. Kısa ve şişman değildi, saçı kumrala yakındı. Hazret-i Ali’ye çok benzerdi. On evlâdı olup, yedisi erkek, üçü kız idi. Oğulları: Mûsâ Kâzım, İshak, Muhammed, İsmâil, Abdullah, Abbâs ve Ali’dir. Evlâtlarının hepsi zamânının süsü, âlimi ve üstünlerinden olup, evliyânın rehberiydiler. Mûsâ Kâzım, oniki imâmın yedincisidir.
İmâm-ı Câfer, ilmi, oniki imâmdan beşincisi olan babası Muhammed Bâkır’dan öğrendi. İlim ve fazîlette zamânının bir tânesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamânının bütün fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimyâ ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimyâ ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi, o kadar çoktu ki, bu hususlarda zamânında yaşayan herkese akıl-ilim hocalığı yapardı. Kimyânın babası sayılan Câbir de, Câfer-i Sâdık’ın talebesidir. İmâm-ı Câfer’in en meşhûr talebesi, Hanefî mezhebinin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reisi olan İmâm-ı A’zâm Ebû Hanife Nu’man bin Sâbit’tir. İmâm-ı A’zâm, Câfer-i Sâdık’ın derslerine ve sohbetlerine iki sene devâm ederek, o gizli ve âşikâr mârifet kaynağından ilim ve evliyâlık yolunda çok istifâde etti. İmâm-ı A’zâm, onun huzûrunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için; “O iki sene olmasaydı, Nûman helâk olmuştu.” buyurmuştur. İmâm-ı A’zâm bu sözü ile hocası Câfer-i Sâdık hazretlerinin büyüklüğünü, kıymetini, kavuştuğu yüksek dereceleri anlatmak istemiştir.
İmâm-ı Câfer-i Sâdık’ın ilimde, mârifette, zühd, takvâ, kanâat ve bütün güzel ahlâktaki üstünlüğünü, büyüklüğünü duymayan kalmamıştır. Büyükler gibi çocuklar arasında da meşhûr olmuştur. Hikmetli sözleri ve menkıbeleri ile ibret dolu hayat olayları her yere yayılmış, kitaplara yazılmıştır. Onun büyüklüğü bâzı eserlerde şöyle anlatılmaktadır.
Tasavvuf ilimlerinde yüksek mârifetlere kavuşmuş olan ve bu bilgileri arzu edenlere öğreterek onlara mürşidlik, rehberlik yapan Câfer-i Sâdık, kelâm, tefsîr, hadîs ve diğer din ilimlerinde de yüksek derecelere ulaşmıştır. Bu ilimlerde kendisinin olduğu bildirilen eserler, risâleler sonradan yazılmıştır. Din bilgisi üzerinde hiç kitap yazmadı. Kelâm ilminde, sapık îtikâd, inanç sâhibi olan Ehl-i bid’ate ve felsefecilere karşı verdiği sağlam, vesikalı cevaplar, bu hususta yazılan Ehl-i sünnetin kelâm kitaplarında yer aldı.
İmâm-ı Câfer-i Sâdık, hadîs ilminde sika güvenilir bir râvi olup, kendisinden pek çok hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Bu hadîs-i şerîfleri, babasından, o da kendi babasından ve annesinden, Atâ bin Ebî Rebâh’dan ve Zührî gibi birçok râviden alıp öğrenmiş ve kendisinden de Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes, Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî gibi büyükler hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfler, Sahîh-i Buhârî’nin dışında kalan Kütüb-i Sitte’nin hepsinde yer alır. Hadîs ilminde, İmâm-ı Şâfiî ve Yahyâ bin Muîn, onun sika, güvenilir olduğunu bildirmişlerdir. İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, onun hakkında; “Ondan daha fakih, fıkıh ilmini bilen kimse görmedim.” buyurdu. Ebû Hâtem de, onun sika bir râvi olduğunu söylüyor. Sâlih bin Ebil-Esved, İmâm-ı Câfer’in; “Beni kaybetmeden önce, her ilimden sorunuz. Benden sonra, size, benim gibi söyleyen birisini bulamazsınız.” buyurduğunu haber verdi. Her ilimde üstâd, her mârifette mâhirdi. Doğruluğu ve sadâkatı o kadar çoktur ki, bundan dolayı kendisine “Sâdık” lakabı verildi.
Üstün hallerinden ve menkıbelerinden bir kısmı şöyledir:
İmâm-ı Câfer hazretleri bir müddet halvet, yalnızlık hâlinde kalmış, evinden insanlar arasına çıkmamıştı. Evliyânın büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî evine gelip:
“Ey Resûlullah’ın torunu! İnsanlar bereketli nefesinizden, faydalı sohbetinizden mahrum kaldı. Niçin uzlete çekildiniz?” deyince, buyurdu ki: “Şimdi böyle gerekiyor. (Zaman bozuldu ve dostlar değişti). Sözümüzün hakîkatı meydana çıktı.” ve şu iki beyti okudu:
Geçen gün gibi geçip gitti, vefâ da,
İnsanların kimi hayâl, kimi ümit peşinde.
Dostluk, vefâ görünüşte kaldı aralarında,
Fakat kalbleri akreplerle dolu gerçekte.
Zamânın hükümdarı bir gece vezirine dedi ki: “Hemen git, İmâm-ı Câfer’i buraya getir. Onu hemen öldürmek istiyorum.”
Vezir: “Evinde oturmuş, gece-gündüz ibâdetle meşgûl olan, devlet işlerine karışmayan bu kimseyi öldürmekten vazgeç!” dedi.
Hükümdârı bundan vazgeçirmek için epey dil döktü. Fakat iknâ edemedi. Mecbûren çağırmaya gitti. Vezir çağırmaya gidince, hükümdâr cellâtlara emir verdi.
“İmâm-ı Câfer içeri girince, ben başımdan külâhımı çıkardığım zaman hemen başını vuracaksınız!”
Bir müddet sonra, İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri içeri girdi. Hükümdâr bunu görünce, derhal ayağa kalktı. Büyük bir tevâzu ile onu karşıladı. Koltuğuna oturttu. Kendisi edeple karşısına diz çöküp oturdu. Cellâtlar ve hizmetçiler şaşırıp kaldılar. Hükümdar, Câfer-i Sâdık’a:
“Efendim, benden bir emriniz, isteğiniz olursa hemen emredin, yapayım.” dedi.
Câfer-i Sâdık hazretleri; “Senden bir ricâm yok. Beni bir daha yanına çağırma! Rabbime ibâdetten beni alıkoyma, başka bir şey istemem.” buyurup, gitmek üzere ayağa kalktı. Hükümdar, izzet ve ikrâmla onu uğurladı. Gittikten sonra vücûdunda bir titreme oldu, bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: “Bu ne hâldir. Hani o zâtı öldürtecektiniz?”
Hükümdar; “O içeri girince, yanında büyük bir arslan gördüm. Lisân-ı hâl ile bana; “Onu incitirsen seni parça parça ederim.” diyordu. Bunu görünce ne yapacağımı şaşırdım.” dedi.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri, bir gün Câfer-i Sâdık’ın evine gitti. Câfer-i Sâdık:
“Ey Süfyân! Sen, zaman zaman sultân ile görüşüyorsun. O seni arıyor, sen de ona gidiyorsun. Ben ise, mümkün mertebe sultandan uzak duruyorum. Zamânın hâli bunu îcâb ettiriyor. Yanımdan hemen çık, git!”
Süfyân-ı Sevrî; “Bana bir hadîs-i şerîf nakletmedikçe buradan ayrılmayacağım, ey İmâm! Senden nasihat alacak bir şey işitip gideyim.” dedi.
Câfer-i Sâdık; “Çok sözün sana faydası yoktur. Ben atalarımdan rivâyetle Resûlullah’tan bildirilen şu üç şeyi sana anlatayım.” dedi. Bu üç şey şudur:
Allahü teâlânın nîmetine kavuşan ve bu nîmetin devamlı olmasını isteyen kimse, Allah’a hamd ve şükrünü çoğaltsın! Zîrâ Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde İbrâhim sûresi onuncu âyetinde meâlen;”Nîmetlerimin kİymetini bilir, emretti?im gibi kullanİrsanİz, onlarİ arttİrİrİm. Kİymetini bilmez, bunlarİ be?enmezseniz, elinizden alİr, Şiddetli azâb ederim.” buyurdu.
Bir kimse, rızkı azaldığı zaman çok tövbe ve istigfâr etsin! Zîrâ Allahü teâlâ Nuh sûresinde tövbe ve istigfâr edenlerin, günâhlarını bağışlayacağını ve rızıklarını arttıracağını vâd ediyor.
Bir kimse sultandan veya herhangi şeyden sıkıntı görür ve bir belâya u?rarsa; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm.” desin!
Bunun üzerine Süfyân-ı Sevrî, İmâm-ı Câfer’in elini tuttu ve ona dedi ki: “Hepsi, bu üçü müdür?” Câfer-i Sâdık; “Bunları iyi anla! Allahü teâlâya yemin ederek söylüyorum ki, bunları yaparsan çok ihsânlara, iyiliklere kavuşursun.” buyurdu.
Bir gün Câfer-i Sâdık’a sordular: “Allahü teâlâ, fâizi niçin haram kılmıştır?”
Buyurdu ki: “İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsânda bulunmaları için, Allahü teâlâ onu haram etti. Fâiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik yapan kalmazdı. Yapılan her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu.”
İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri duâsı makbûl olanlardandı. Allahü teâlâdan birşey istediğinde daha sözü bitmeden isteği verilirdi. Bir gün yalnız başına yolda gidiyordu. Kendisini sevenlerden biri de arkasından yürüyordu. Bir ara Câfer-i Sâdık hazretleri; “Yâ Rabbî! Elbisem yoktur, bana elbise gönder.” buyurdu. Âniden bir paket içinde elbise geldi. Arkadan tâkip eden zât evlerine kadar geldi. Hazret-i İmâma; “Yâ efendim siz duâ ederken ben de âmin dedim. Eski elbiselerinizi bana verin.” dedi. Bu söz Câfer-i Sâdık hazretlerinin hoşuna gitti ve elbiselerini ona verdi.
Bir şahıs, İmâm-ı Câfer hazretlerinden, Allahü teâlânın kendisine çok mal verip, çok hac yapması için duâ buyurmasını istedi. O da; “Yâ Rabbî! Buna elli hac yapacak kadar mal ver!” diye duâ etti. O şahıs elli hac yaptı. Elli birinci hac için Cühfe denilen yerde gusül edecekti. Sel geldi ve orada vefât etti.
Hakem bin Abbâs-ı Kelbî buyuruyor ki; “Benim Zeyd isminde bir amcam var idi. O, Câfer-i Sâdık hazretlerine çok îtirâzda bulunurdu. Bir gün bir hurma mevzuu açıldı. Yine çok îtirâzda bulundu ve; Câfer-i Sâdık nerede, böyle işler nerede?” dedi. Câfer-i Sâdık’ın bu sözden haberi oldu ve şöyle buyurdu: “Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa, Allahü teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni helâk etsin.”
Bir gün Zeyd bir yere giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse Câfer-i Sâdık’a îtirâzda bulunmadı.
İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri, Ehl-i beytin en büyüklerindendir. Nûrlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyzin çokluğu, akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce mârifetleri bildiren sözleri, nükte ve latîfeleri çok meşhûrdur. Sayılamayacak kadar hikmetli sözleri vardır.
Buyurdular ki: “Beş kimsenin sohbetinden, yâni beş kimse ile berâber bulunmaktan sakın: Birincisi, yalan söyleyenden sakın. Çünkü ona dâimâ aldanırsın. Sana iyilik yapayım derken, kötülük yapar. İkincisi, cimriden sakın. Üçüncüsü, ahmaktan yâni aklı az olandan sakın. Çünkü en çok işine yarıyacağı zaman, seni bırakır. Dördüncüsü, kötü kalbli kimseden sakın. Çünkü işi bozulunca, seni harcar. Beşincisi, fâsıktan yâni günâh işlemekten utanmayan kimseden sakın! Çünkü, seni bir lokma ekmeğe satar.”
“Bir mümin kardeşine âit hoş olmayan bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısını araştır. Bulamazsan belki benim anlamadığım bir özür kapısı vardır de ve kapa.”
“Müslüman kardeşinizden mânâsını anlamadığınız bir söz duyarsanız, iyiye yorunuz. Daha iyisi kâbil olmayacak kadar iyiye yorumlayınız. Anlayamamaktan dolayı kendinizi ayıplayın.”
“Bir hatâ işlediğiniz zaman istigfâr edin, hatâda ısrâr helâk olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istigfâra devam etsin.”
“Mihnete şükretmeyen, nîmete şükretmez.”
“Perşembe günü ikindi vakti olunca, Allahü teâlâ, meleklerini gökten yere indirir. Meleklerin yanında gümüşten sahifeler ve altından kalemler vardır. Ertesi gün güneş batıncaya kadar Resûlullah’a okunan salevâtı yazarlar.”
Allahü teâlâ, dünyâya emretti ki: “Ey dünyâ, bana hizmet edene, sen de hizmetçi ol! Senin peşinden koşana da zahmet, sıkıntı ver!”
“Bu dört şeyi, her şerefli kimsenin yapması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz:
1. Bulunduğu meclise babası gelirse ayağa kalkmak,
2. Misâfire hizmet etmek.
3. Yüz tâne hizmetçisi olsa, muhtâc olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek.
4. İlim öğrendiği hocasına hizmet etmek.”
“Bir kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kalmasını isterse, ona baktıkça, “Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (yâni, Allah’ın dilediği olur, kuvvet O’nundur) desin!”
“Malı ve evlâdı çok olmasını isteyen, nebâtî, sebze yemek çok yesin!”
“Din âlimleri fakihler, sultanların, devlet adamlarının kapısına gidip, onlara yaltaklanmadıkça peygamberlerin vekilleridir.”
“Namaz, her takvâ sâhibi için yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihâdıdır. Bedenin zekâtı oruçtur. Amel, ibâdet, hayırlı iş yapmadan karşılık bekleyen, yaysız ok atana benzer.”
“Sadaka vererek rİzkİnİzİ ço?altİnİz. Zekât vererek mallarİnİzİ koruyunuz. İktisâd eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli, düzenli yaŞamak, geçimin yarİsİdİr. İnsanlarla iyi geçinmek, aklİn yarİsİdİr.”
“Ana-babasını üzen, onlara isyân etmiş olur. Musîbet zamânında dizini döven, sevâbından mahrûm olur. Allahü teâlâ sabrı, musîbet mikdârınca indirir.”
“Takvâdan, Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmaktan daha üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur.”
“İyilik üç şeyle tamam olur:
1. O iyiliği yapmakta acele etmek.
2. Yaptığı iyiliği gözünde büyütmemek, dâimâ küçük görmek.
3. İyiliği yaparken, gizlice yapmak.”
“Günâhlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahü teâlâya karşı mağrûr olmak, kibirli olmaktır.”
“Uzun emel sâhibi olmak ve her şeyi sonraya bırakmak, perişanlık ve düşüncesizliktir.”
“Allahü teâlânın yarattığı işlere karışmak, felâketine sebeb olur. Meselâ, Allah bana mal verseydi, hacca giderdim. Sıhhat verseydi ibâdet ederdim… gibi sözler söylemek, kişinin helâkidir.”
“Dört şey vardır ki, onların azı da çoktur: 1. Ateş, 2. Düşmanlık, 3. Fakirlik, 4. Hastalık.”
“Kız evlâtlar, ana-babası için hayır ve hasenâttırlar. Oğlanlar ise, nîmettirler. Hasenât sâhibi olanlar sevap kazanır. Nîmetlerden ise hesâba çekilir, suâl sorulur.”
“Bir kimse, kusûr, günah işlediği zaman utanmıyorsa, yaşlandığı zaman pişmanlık duyup kötü işlerinden vazgeçmezse ve tenhâ bir yerde olduğu zaman Allahü teâlâdan korkmazsa, onda hayır yoktur.”
“Üç şey vardır ki, müslümanları çok aziz, şerefli eder:
1. Kendisine zulüm edeni affetmek.
2. Kendisine bir şey vermeyene iyilikte bulunmak.
3. Kendisini aramayanları, arayıp hâllerini sormak.”
İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretlerinin, rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır: Peygamber efendimiz buyurdu ki:
“Allahü teâlânın hidâyete kavuşturduğunu kimse saptıramaz. Allahü teâlânın hidâyet vermediğini, kimse hidâyete erdiremez. Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en iyisi, Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid’atlerin hepsi, dalâlettir, sapıklıktır.”
“İlim, hazînedir. Anahtarı, sorup öğrenmektir. İlmi isteyiniz ki, Allahü teâlâ size merhamet etsin. İlim öğrenmekte dört kişiye sevap vardır. Talebeye, hocaya, dinleyenlere ve onlara icâbet edenlere.”
Rivâyet ettiği hadîs-i kudsî’de: “Lâ ilâhe illallah kal’amdİr. Bunu okuyan, kal’aya girmiŞ olur. Kal’ama giren de, azâbİmdan kurtulur.” buyruldu.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri Müsned’inde buyuruyor ki: Cebrâilin Allahü teâlâdan naklen, Peygamber efendimize; “Lâ ilâhe illallah hİsnî, men kâlehâ, dehale hİsnî ve men dehale hİsnî, emine min azâbî” Şeklindeki duâyı her kim rivâyet edenlerin isimleriyle, inanarak ihlâsla bir deliye veya hastaya okursa şifâ bulur.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
NİÇİN HAKKIYLA YAPMADIN?
Bir gün devrin meşhûr âlim ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî, Câfer-i Sâdık’ın yanına gelmişti. Ona dedi ki:
“Ey Peygamber efendimizin torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü kalbim karardı. O da buyurdu ki: “Ey Dâvûd! Sen, zamanımızın en zâhidi, Allah’tan en çok korkanısın. Benim nasîhatıma ne ihtiyâcın var?”
“Ey Resûlullah’ın torunu. Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize vâciptir, borçtur.”
“Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü gelince, ceddim Muhammed aleyhisselâmın elimden yakalayıp;
“Niçin bana hakkıyla uymadın?” demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep, soy işi değil, ibâdet ve amel işidir. Dâvûd-i Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki:
“Yâ Rabbî! Onun varlığı Peygamberlik soyundan meydana gelmiştir. Sözleri yaşayışı herkese senettir, delildir. Dedesi Resûl aleyhisselâm, annesi Betûl (Hazret-i Fâtıma) olduğu halde, böyle düşünürse, Dâvûd da kim oluyor ki, yaptıklarının bir kıymeti olsun!”
AHMAKLAR ARASINDA BULUNAN
Câfer-i Sâdık hazretlerinin, oğlu Mûsâ Kâzım için olan nasîhatı pek meşhûrdur. Oğluna buyurdu ki:
“Ey oğlum, kendi rızkına râzı ol! Kendi rızkına râzı olan, kimseye muhtâc olmaz. Gözü başkasının malında olan, fakir olarak ölür. Allahü teâlânın taksim ettiği rızka râzı olmayan, O’nu kazâ ve kaderinde, dilediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur. Kendi kusurlarını küçük gören, başkasınınkilerini büyütmüş olur. Her zaman kendi kusurlarını büyük gör. Başkasının gizli bir şeyini açığa vuranın, evindeki gizli şeyler herkesçe bilinir. Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya kendisi düşer. Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.
“Ey oğlum, insanlara kızmaktan çok sakın, yoksa sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, sonra aşağılanırsın.”
“Ey oğlum, lehinde veya aleyhinde de olsa, hakkı, doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişâre eder danışır, fikrini alır.”
“Ey oğlum, arkadaşlık yaptığın, ziyâretine gittiğin kimse, iyi ahlâk sâhibi olsun, kötü ahlâkı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme! Çünkü onlar, suyu olmayan çöl, dalları yeşermeyen ağaç, ot bitmeyen topraktırlar.”
“Ey oğlum, Allahü teâlânın kitâbını okuyucu, iyilikleri emredici, kötülüğü nehyedici, sana gelmeyene sen gidici, seninle konuşmayanla konuşucu ol! İsteyene ver. Gıybetten, koğuculuktan sakın. Çünkü söz taşımak, insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören, onların hedefi olur.”