Eskici Mehmed Dede

Eskici Mehmed Dede 1

Bursa – Osmangazi’de 1. nazım sokak’da.

Anadolu velîlerinden. On altıncı yüzyılın sonunda ve on yedinci yüzyılın başında yaşamıştır.Eskici Mehmed dede kabir taşı Pamuklu bez ticâretiyle meşgûl olduğu için Eskici Mehmed Dede diye meşhûr oldu. Aslen Amasyalı olup, 1619 (H.1028) senesinde Bursa’da vefât etti. Kabri, Abdülmü’min Efendi Câmii bahçesindedir.

İlk tahsîlini memleketi olan Amasya’da gördükten sonra, Bursa’ya gelen Mehmed Efendi, ilk zamanlar pamuklu dokuma ticâretiyle meşgûl oldu. Kıdvetü’l-ârifîn Abdülmü’min Efendinin sohbetlerinde bulunmaya başladı. Ona talebe olup ondan ilim ve feyz aldı. Abdülmü’min Efendinin torunu ile evlendi. Onun yaptırdığı câminin civârında yerleşti. Velî zâtların sohbetlerinde bulundu ve tasavvuf yolunda ilerledi. Bir ara pamuklu dokuma ticâretini bırakıp, insanlardan uzaklaşarak uzlete kendi köşesine çekildi. İbâdet ve Allahü teâlânın ismini zikirle meşgûl oldu. Mânevî derecelere kavuştu. Daha sonra; “Çalışan, Allahü teâlânın sevgilisidir.” sözü gereğince, âilesinin nafakasını temin etmek için pamuklu dokuma ticâretine tekrar başladı. Bursa Bezzazcıları arasında önemli bir yeri olmasına rağmen hiçbir zaman dünyâ malına gönül vermedi. Kazandıklarını, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için ihtiyaç sâhiplerine sadaka verirdi.

Ömrünün sonlarına doğru pamuklu dokuma ticâretini tamâmen bırakıp, nefsinin istediklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyleAllahü teâlânın rızâsını kazanmaya çalıştı.Hoş sohbeti ve güzel ahlâkıyla insanların gönüllerini almaya gayret etti. Birçok halleri ve kerâmetleri görüldü.

Zamânın Bursa kâdısı Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin kâdılığı ve dünyânın debdebesini bırakıp Üftâde hazretlerine talebe olmasına Eskici Mehmed Dede vesîle olmuştur.

Bursa kâdısı Aziz Mahmûd Hüdâyî bir gece rüyâsındaCehennem’i gördü. Cehennem’in şiddetli ateşinde tanıdığı bâzı kimseler de vardı. Bu korkunç rüyânın verdiği dehşet ve üzüntü içinde bulunduğu günlerde bir hanım bir dâvâ getirdi. Dâvâcı kadın, kocasından ayrılmak istediğini bildirdi. Kadının ayrılmak istediği kocası Muhammed Üftâde hazretlerini seven fakir bir kimseydi. Bu fakir kimse her sene hacca gitmek ister fakat gidecek parası olmadığı için de bir türlü arzûsuna kavuşamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Evdeki hanımı yüzü gülmeyen kocasının bu hâline oldukça üzülürdü.

Yine bir sene hac mevsiminde parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, bir gün üzüntüsünden ne yapacağını şaşırdı ve hanımına; “Eğer bu sene de hacca gidemezsem seni üç talakla boşadım.” dedi. Günler geçti. Hac için hazırlananlar yola çıktı. Kurban bayramı yaklaştı. Fakir kimseyi bir düşünce aldı. Hem hacca gidememenin üzüntüsü, hem de hanımının üç talakla boş olacağı için çâresizlik içinde kıvranmaya başladı. Bir yerlerden borç para bulup, hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı ve çâresiz kaldığı bu günlerde büyük velî Muhammed Üftâde hazretlerine gidip durumunu arzetti. Üftâde hazretleri onu dinledikten sonra; “Bizim Eskici Mehmed Dede’ye git, selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur.” buyurdu.

Fakir sevinerek Üftâde hazretlerinin huzûrundan ayrılıp Mehmed Dede’nin dükkanına koştu. Mehmed Dede’ye, hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı. Mehmed Dede; “Ey Fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma!” dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendini Mehmed Dede ile birlikte Mekke-i mükerremede buldu. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, kerâmet olarak fakiri bir anda Hicâz’a götürdü. O gün arefe idi. Hacılar Arafat’a çıkmışlar, vakfeye duruyorlardı. Fakir de Eskici Mehmed Dede ile birlikte ihrâm giyip Arafat’a çıkarak vakfeye durdular. Ertesi günü Kâbe-i muazzamayı tavâf ettiler. Hac ibâdetini tamamlayıp, ziyâret edilecek yerleri ziyâret ettikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar Eskici Mehmed Dede’yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir bâzı hediyeler alıp, bir kısmını da getirmeleri için emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Yine Eskici Mehmed Dedenin kerâmetiyle Mekke-i mükerremeden Bursa’ya geldiler. Fakir, getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; “Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun.” dedi. Fakir, “Hanım ben hacca gittim geldim. İşte bu getirdiklerimi de Mekke’den aldım.” dediyse de kadın; “Bir de yalan söylüyorsun. Üç beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye verip, senden ayrılacağım.” dedi. Kâdı Aziz Mahmûd Hüdâyî’ye giderek durumu anlattı ve; “Nikâhımızın fesh edilmesini istiyorum. Çünkü nikahsız olarak yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum.” dedi.

Kâdı Aziz Mahmûd Hüdâyî, kadının kocasını çağırtarak ifâdesini dinledi. Fakir; hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamayı tavâf edip, ziyâret yerlerini gezdiğini, Bursalı hacılarla görüştüğünü, hattâ getirmeleri için bâzı eşyâlarını onlara emânet bıraktığını söyledi. Bu sebeple talak yâni boşanmanın vâki olmadığını söyledi ve Eskici Mehmed Dede’yi şâhit gösterdi. Eskici Mehmed Dede birlikte hacca gidip geldiklerini söyledi ve; “Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu halde bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de bir velînin bir anda Kâbe-i muazzamaya gitmesi niçin kabûl edilmez.” dedi. Kâdı Aziz Mahmûd Hüdâyî anlatılanları hayretle dinledikten sonra, mahkemeyi hacıların geleceği zamâna tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar döndü. Mahkeme gününde şâhid olarak fakirin hac vazîfesini yaptığını hattâ verdiği emânetleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhitlerin verdiği ifâdeler üzerine dâvâcı hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetti. Böylece boşanma olmadı.

Bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamayan Aziz Mahmûd Hüdâyî, EskiciMehmed Dede’ye gitti ve; “Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için geldim.” dedi. Eskici Memed Dede ona; “Sizin nasîbiniz bizde değil. Şeyh Muhammed Üftâde hazretlerindedir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin.”dedi. Kâdı Mahmûd Hüdâyî, Üftâde hazretlerine gidip ona talebe oldu. Üftâde hazretlerinin isteği üzerine sırmalı kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer sattı. Kâdılığı bırakıp, Muhammed Üftâde hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde olgunlaştı. Bursalıların kınamalarına rağmen bu yola devâm etti. Dünyânın debdebesini bırakıp gönül sultanlığına yükseldi. Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bu yola kavuşmasına vesîle olan Eskici Mehmed Dede’dir.

Eskici Mehmed Dede’nin halleri ve kerâmetleri insanlar arasında dilden dile anlatılır oldu. Devletin merkezi olan İstanbul’daki vezirlerle öteki devlet adamları, askerler ve ulemâ onun yüksek hallerini ve menkıbelerini dinleyip, onu görmedikleri halde, sevenlerinden oldular. Duâsını almak için pek kıymetli hediyeler, ihsânlar ve kitaplar gönderdiler. Fakat o, dünyâya ve dünyâdakilere gönül vermediği için kendine gönderilen hediyeleri ihtiyaç sâhiplerine ihsân etti. İbâdet ve tâat ederek Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Günleri ve geceleri böyle geçerken, 1619 (H.1028) senesinde Bursa’da vefât etti. Abdülmü’min Efendi Câmii hazîresinde defnedildi. Vefâtına Hâşimî Efendi;

Gitdi Eskici Dede köhne cihândan virdi cân (1028) mısraını târih düşürmüştür. Kabri, Eskici Mehmed Efendi aşevinin hemen yanındadır. Sevenleri kabrini ziyâret edip, rûhuna Fâtiha okumaktadırlar.

Eskici Mehmed Efendi Haziresi ;
Hazire’de Eskici Mehmed Efendi ile üç kişiye ait kabir taşları vardır. ;

 Eskici Mehmed Efendinin Kabir Taşı
Hüve’l Baki
Hazret-i Üftade Müridlerinden                                 
Hüdayi Mahmud Efendi’yi irşad
eden Eskici merhum Mehmed Dede
ruhiyçün fatiha sene 988
1- Seyyid Mehmed Emin Efendi – Eskici Mehmed Efendi dede türbedarı
2- Seyyid Zeynelabidin Bey
3- Abdi Bin Recep

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

BİZE PİLAV GÖNDER

Tüccardan Akkaşzâde Seyyid Abdurrahmân Efendi anlatır: “Bir zaman ticâret için bir mikdâr pirinç satın alıp, Bursa’da Yeni Han’daki bir anbara koydum. Bir müddet sonra gidip kontrol ettim. Fakat ne göreyim pirincin tamamı böceklenmiş. Pirinci bu halde görür görmez çok üzüldüm. Handan üzgün bir halde çıkarken Eskici Mehmed Dede’yi kapı önünde oturur gördüm. Eskici Mehmed Dede bana yönelerek; “Emir Molla bizden tarafa bak. Bize pilav gönder.” dedi. Ben ona; “Çuval gönder ne kadar pirinç istersen göndereyim.” dedim. Biraz sonra gönderdiği çuvalı alıp pirinç koymak üzere anbara girdiğimde, gördüm ki, pirinçte böcekten eser kalmamıştı. Bu hâli görünce içim açıldı. Gam ve üzüntüm gitti. Çuvalı doldurup Eskici Mehmed Dede’ye gönderdim. Bu hâlin Eskici Mehmed Dede’nin kerâmeti olduğuna şâhid oldum.”

Pir-i Sani Mustafa Çerkeşi (k.s.)

Çankırı – Çerkeş’de Pir-i Sani camii yanındaki türbesinde

Çankırı’nın Çerkeş ilçesinde doğdu. Kaynaklarda doğum tarihi ve hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Çerkeşi’nin müridi olan Akif Paşa’nın bir manzumesinden hareketle şeyhin doğum ve ölüm tarihleri belirlenmiştir . Akif Paşa bu manzumesinde şeyhinin yetmiş üç yaşında öldüğünü söyler ve tarih olarak, “Hu deyip firdevs-i vasla erdi pirim Mustafa” mısraını kaydeder. Bu mısradan şeyhin 1229’da vefat ettiği ve yetmiş üç yıl yaşadığına göre 1156’da (1743) doğduğu anlaşılmaktadır.

Pir-i Sani Hazretleri dünyaya gelince, Vehbi Sultan diye bilinen ve Nakşibendiyye mürşitlerinden olan dedesinin kucağına verilmiş. Vehbi Sultan, torununu koklayıp, okşadıktan sonra ve kulağını ağzına yaklaştırarak dinledikten sonra : “Bu çocuk, halveti, halveti diyor. İnşaallah, Halvetiyye şeyhlerinin büyüklerinden olacaktır.” buyurmuş. Bu zatın sözleri, Şeyh Hazretlerinin Halvetiyye Tarikatının Şa’baniyye kolu ikinci piri ve müceddidi olmasıyla gerçekleşmiştir.

Çerkeşi Mustafa Efendi , Safranbolu’ya bağlı büyükçe bir köy olan Zora da yetişen Halveti-Şabani şeyhlerinden Şeyh Mehmed Efendi’ye intisap etmiş ve ondan hilafet almıştır. Çerkeşli Mustafa Efendinin tariki Halveti’ye intisabı ile ilgili bir menkıbesi de şöyle anlatılmaktadır ; Çerkeşli Pir-i Sani Mustafa Efendi müritlik yıllarında önceleri bir mürşide intisab ettikten, ikinci esmaya kadar da manevi seyrini ilerlettikten sonra şeyhi ona, “senin kabiliyetin fazladır Sen Zora’lı Mehmet efendiye gitmelisin” diye bir telkin ve tavsiyede bulunur. Mürşidinden bu tavsiyeyi alan Çerkeşli Mustafa Efendi de soğuk ve ağır kış şartlarına bakmadan, büyük veli zora’lı Mehmet efendiye gitmek üzere aynı gün derhal yola çıkar. Kar, tipi ve fırtınalı bir kış gününde yolda ilerlerken, arazı çok engebeli olan Comcalı mevkiinde tipi fırtınasına tutularak yolunu kaybeder ve büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalır. Bu esnada Zora’da evinde bulunmakta olan Şeyh Mehmet Zoravi Hazretleri de hanımına, “Bizim deli yolunu kaybetti bir çorba pişir de götürelim.” der. Gayet vakur ve ağırbaşlı bir kadın olan şeyh hazretlerinin hanımı da ona, “Efendi bu kış ve kıyamette oraya çorba nasıl gider” deyince hazreti şeyh de ona, “Öyle ise çorbayı pişir de gelsin de burada yesin” der. Bu esnada Comcalı mevkiinde tipiye tutularak yolunu kaybeden ve bu yüzden de orada çaresiz bir halde bulunan bilahare müridi, halifesi ve kaimi makamı irşadisi olacak Mustafa Çerkeş-i Efendi’yi mahsur kaldığı halden elini uzatması ile çekerek evine getiren hazreti şeyh Zoravi Hazretleri, Hakk’ın kendisine ikram ettiği bir kerametle evine huzuruna gelmesine vesile olduğu Çerkeşli Mustafa Efendi’nin kendisine beyatını, müritliğe ve tarikatına girişini kabul ederek bu keyfiyetle de intisabını gerçekleştirmiştir. Bu keyfiyet üzere Halfeti yoluna intisabından sonra uzun müddet mürşidine hizmette kalan Çerkeşli Mustafa Efendi (ks) , olağanüstü cehed, gayret ve mihnetlerle manevi tekbilini ikmal ederek mürşidince halifetle, irşadla vazifelendirilerek mana erenleri arasındaki yerini almıştır. Halveti yolunda Şaban-ı Veli Hazretlerinden sonra velayette engin bir mertemeye erişen Mustafa Çerkeşi Hazretleri, Halveti yolunda “Pir-i sani” manevi mertebesine ulaşmıştır. Kendisinden pek çok manevi haller ve kerametler zuhura gelen Çerkeşi Hazretleri, Mehmet Zoravi Hazretlerinin en kamil Halifesidir. Çerkeş’e gelerek ilimini sürdürürken. Devrin padişahı tarafından yönetilen sorulara cevap olarak yazdığı “Risale fi tahkiki’t tasavvuf” adlı meşhur eserinden Çerkeşi Mustafa Efendi’nin şöhretinin İstanbul’da saraya kadar ulaştığı anlaşılmaktadır. Nitekim bazı kaynaklarda bu risalenin II. Mahmud’un emriyle yazıldığı kaydedilmiştir.İstanbul’da o kadar ulema ve meşayih varken II. Mahmud’un bu soruları Çerkeşi Mustafa Efendi’ye sorması onun ilim ve irfanının seviyesini, şöhretinin yaygınlığını göstermesi açı­sından son derece önemlidir.

Risale Fi Tahkiki’t t-tasavvuf Risalesinden
Çerkeşî Mustafa Efendi bu risâlede tasavvuf tarihi açısından dikkate değer önemli tespitlerde bulunur. Ona göre tarikat mensuplarının ulaşmaya çalıştıkları tasavvuf yolu fiil,sıfat ve zât tecellileri(tecelli-i ef’âl, tecelli-i sıfât,tecelli-i zât ) olarak tanımlanan üç halden ibarettir.Bu üç tecelliye mazhar olanlar zâhiren üç bâtıl fıkra mensuplarına (Cebriye,Hulûliyye, İttihâdiyye) benzerler.Fiil tecellileri sahipleri Cebriye,sıfat ve zât tecellileri sahipleri ise Hulûliyye ve ittihâdiyye mensuplarına benzetilebilirler.Ancak bu üç halin kendilerinde tecelli ettiği sûfilerin cebir,hulûl ve ittihad fikirleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Sûfileri bu bâtıl fırka mensuplarından ayırt etmenin temel ölçüsü şeriat-ı Muhammediyye’dir. Şeriattan ayrılmamak şartıyla yukarıdaki üç hâl ve makamın kendisi üzerindeki tecellilerinden bahseden sûfinin sözleri ilâhi sır ve hikmetlerden ibarettir;ondan zuhur eden olağanüstü hâller ise kerâmettir.Ancak kerâmet göstermek Allah,peygamber ve mürşid katında makbul değildir;çünkü edebe aykırıdır.Şeriata aykırı en ufak bir harekette bulunan sûfi sapıktır;sözleri ilhâd, İfsat,ondan zuhur eden hâller sihir ve istidrâc dır.

Risâlenin daha sonraki satırları,şeyhten Melâmiler’le ilgili görüşünün de sorulduğu kanaatini vermektedir.Çerkeşi Mustafa Efendi,halkın ve anlayışsız zâhir ulemâsının hakikatini kavramaktan âciz oldukları, zâhiren şeriata aykırı sözler söyleyen ve bazı davranışlarda bulunan Melâmi büyüklerinin dikkatle incelendiğinde şeriata ters düşen hiçbir hallerinin olmadığını söyler.Ona göre hallerini gizlemeyi sevdiklerinden şeriatın zâhirine aykırı gibi görünen söz ve davranışlarla kendilerini halkın ilgi odağı olmaktan çıkarmayı tercih eden Melâmiler kâmil insanlardır; fakat emâle erdirici değildirler. Kendileri “râşid” olup “mürşid”olamazlar. Onlardan dua istemek ve irşad talep etmek doğru değildir. Çünkü tâlibi şüpheye sevkedebilirler. Halbuki irşad tâlibi şüpheye düşürmek değil, aksine şüphelerini gidermektir. İrşad, Allah’ın kulunu kendine cezbedip kemâle eriştirdikten sonra tekrar beşeriyet makamına döndürmesidir. Mürşid,kâfiri küfürden imana,halkı mâsiyetten ibadete,havassı ise mâsivâdan ilâhi vuslata davet etmekle Allah’ın görevlendirdiği ve bu konuda kendisine halifelik verdiği kişidir.Peygamberler de birer mürşiddir.Eğer mürşid peygamber ise göreve “nübüvvet-i ta’rifiyye”adı verilir.Peygamberler getirdikleri şeriatın hükümlerini ümmetleri üzerinde uygulamakla yükümlü oldukları gibi mürşidlerde zikir, evrâd, halvet gibi tarikatlarının gereklerini müridlerine uygulamakla görevlidirler.Dinin koruyucusu olan ulemâdan nefret edip sûfilik iddiasinda bulunmanın,tarikat ve şeriatı birbirinden farklı şeyler gibi göstermenin, ulemâ ile meşâyihin üzerinde birleştikleri taat, riyâzet, mücâhede gibi hususları terk etmenin sapıklık olduğunu söyleyen Çerkeşi Mustafa Efendi’ye göre ulemâ bu gibi sahte sûfilerle gerçek sûfileri ayırt etme gayretini göstermeden aleyhlerinde birçok risâle kaleme almış, sûfiler de onlara cevap vermişlerdir. Çerkeşi’nin bu konudaki son sözü şudur: Ulemâ ile meşâyih arasındaki ihtilâf lafzîdir, aralarında mânada ve özde ihtilâf yoktur. Onun bu uzlaştırıcı tavrı ulemâ üzerinde tesirini göstermiştir. Nitekim Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey ve Şeyhülislâm Mehmed Sâdedin Efendi, devrin tanınmış âlimlerinden Mehmed Zihni Efendi,kelâmcı Abdüllatif Harpûti onun tarikatına intisap etmişdir. İslâm toplumunda tarih boyunca önemli bir problem teşkil eden şeriat-tasavvuf ilişkisi konusunu inceleyip açık ve net bir şekilde ortaya koyan bu risâle birkaç defa basılmıştır. Ayrıca bir levhaya sülüs hatla yazılarak türbesinin bulunduğu camiye asılmıştır. Risâle fi tahkiki’t –tasavvuf Abdülkerim Abdülkadiroğlu tarafından yayınlanmıştır.

Çerkeşi Mustafa Efendi’nin oğulları ve Torunları;
Mehmed, Mesud ve Osman Vehbi adlı oğulları kendisinden sonra irşad faaliyetlerini sürdürerek birçok mürid ve halife yetiştirmiş­lerdir. Osman Vehbi Efendi’nin (1860) soyundan istanbul’da Çerkeşiza­deler adı verilen bir ulema ailesi meydana gelmiştir. Babasının ölümünden sonra Ankara’ya yerleşerek şehrin tanınmış alimlerinden biri olan Osman Vehbi Efendi’yi II. Mahmud istanbul’a davet etmiş ve kendisine İstanbul ruus u verilmiş­tir. Çeşitli eserleri olan Osman Efendi’nin II. Mahmud için kaleme aldığı el-Hıs­ nü’l-hasin ve Tasriiatü’l-Fa- risiyye (İstanbul 12671 adlı iki kitabı basılmıştır.

Osman Vehbi Efendi’nin oğlu Mehmed Teyfik Efendi Beşiktaş, Halep,Çankırı ,Bursa, Balıkesir ve Mısır’da mevleviyet görevlerinde bulunduktan sonra Medine kâdısı olmuş, daha sonra Ankara’ya dönerek on iki yıl müderrislik yapmıştır. Üç yıl İstanbul kadılığı yaptıktan sonra Rumeli kazaskerliği muavinliğine tayin edilmiş(1886), aynı yıl Meclis-i Meşâyih Nezâreti reisi olmuş,1889’da Anadolu,ertesi yıl Rumeli kazaskeri pâyelerini almış ve şeyhülislâmlığın Meclis-i Müellefât Encümeni başkanlığına tayin edilmiştir.Dedesi Çerkeşi Mustafa Efendi’nin tarikatına mensup olan Tevfik Efendi vefatında (1893), bir bir Şâbâni-Çerkeşi tekkesi olan Aksaray Sofular’daki Ekmel Dergâhı’nı defnedilmiştir. Mehmed Tevfik Efendi’nin oğlu Ahmed Muhtar Efendi nakibüleşraflık görevinde bulunmuştur.Osman Vehbi Efendi’nin Mehmed Refi adlı oğlundan olan torunu Hâlid Bey (ö.1934), Mekteb-i Hukuk’u bitirdikten sonra gittiği İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde Türk dili ve edebiyatı hocalığı yapmış,edebiyat,tarih,dış politika,İktisat alanlarında dikkate değer eserler yazmış önemli bir fikir adamıdır.

Pir-i sani Hazretlerinin Menkıbeleri
*1785-1789 yılları arasında Hacc’a gitmiş ve 7 yılını Hicaz’da ibadetle geçirmitir. Hicaz’da kaldıkları yedinci yılın sonunda Pir-i sani Hazretleri’ne manen emir buyurulduğundan Kırım Müftüsü isa Efendi’de Celal sıfatı (Allah’ın büyüklük ve Yücelik feyzinin dayanılmaz haldeki eseri) belirmiş. Bakışına rastlayanlar, cansız olarak yere düşmeye başlamış. Pir-i sani Hazretleri’ne manen emir buyurulduğundan Müftü ile buluşmuşlar. Müftü Celal eserinin Hazreti Pir-i etkilediğini görünce, ellerine sarılarak o halden kurtulmasını dilemiş. Hazreti Pir-in dua ve himmeti ile bu halden kurtulmuştur. Pir-i Sani Hazretleri ile beraber Çerkeş’e gelmişler. Pir-i Sani Hazretleri’ne bağlanıp, hayatının sonuna kadar burada yaşayarak vefat etmiştir. Cenaze namazı Pir-i Sani Hazretleri tarafından kıldırılarak Çerkeş Mezarlığına defnedilmiştir.

*Çerkeş yakınlarında bir değirmenin arkında kocaman bir kaya yuvarlanır. Bu sebeple değirmenin suyu kesilir. Değirmenci gelip Pir-i Sani Hazretlerine durumu anlatarak yardım ve himmet ister. Şeyh Efendi de müridadına: “Hadi gidelim. O taşı kaldıralım da adamın değirmeni çalışsın” der. Müridleri ile beraber değirmenin bulunduğu yere hareket ederler. Oraya ulaşınca birde bakarlar ki kocaman bir kaya değirmenin arkını kapatmıştır. Şeyh efendi müridadına: “Dayanın bakalım çoçuklar” der ve kendisi de besmele çekerek elindeki Asayı taşa dürtünce koca kaya yerinden kolaylıkla kaldırılarak yuvarlanıp gider ve değirmen çalışmaya başlar.

* Pir-i Sani Hazretleri’nin Mahmut isminde bir hizmetçisi varmış. Bir gün Pir-i Sani Hazretleri Çerkeş yakınlarındaki değirmenine giderken yolda rast geldikleri, köstebeklerin çıkardıkları topraklara asalarını dürterlermiş, bu topraklar altın olur, Mahmut’da arkalarından gizlice bu altınlardan alarak ceplerine doldururmuş. Dönerlerken Hazret, Mahmut’a hitaben : “Altını nede çok seviyorsun? Toprakları altın diye ceplerine doldurdun, bak ceplerinde ne var? demişler. Mahmut ceplerine bakınca, topraklarla dolu olduğunu görmüş ve boşaltmaya başlamış. Bunun üzerine: “Oğlum! Dünyalık isteyenlere altınlar toprak olur. Dünyalık istemeyenlere de topraklar altın olur.” buyururlar.

*Şeyh Mustafa Çerkeş-i Efendi Hazretlerinin Mahmut adındaki müridi şeyhine: “Efendim, Hızır (as) ‘ı bir ben de görebilsem!” diye arada bir şeyhine yalvarır durur. Hazret de pek oralı olmaz görünür. Nihayet bir gün Hazret sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaat içerisindeki misafir bir kimseyi önce hoşlar ve sonra da ona; “Ey mübarek! Yatsı namazını nerede kıldın?” der. O kimse de cevaben; “Bağdat’ta kıldım. Cuma nazmını da, Kabe’de kılacağım İNŞAALLAH!” der ve bu konuşmaları da burada biter. Misafir kimse konuşmaları bittikten sonra gitmek için izin istediğinde Şeyh Mustafa Efendi Hazretleri müridi Mahmut Efendi’yi çağırarak ona: “ Evladım, misafirimizi yocu et.” Buyurur. Bu emri alan müridi Mahmut Efendi de en sonunda yolcu etmekte olduğu yabancı misafire; “Efendimize bir diyeceğiniz var mı efendim?” diye sorar. Yabancı biri kılığındaki kimse de Derviş Mahmut Efendi’ye, “Şeyhine selam söyle, daha bahçesinin meyveleri olgunlaşmamış.” Der. Derviş Mahmut Efendi de misafirin söylediklerini şeyhine iletmek üzere huzuruna girdiğinde misafirin söylediğini kendisine ileteceği esnada Hazretleri ona; “Oğlum, misafirimiz sana ne dedi?” der. O da efendim “Şeyhine selam söyle daha bahçesinin meyveleri olgunlaşmamış dedi.” Deyince Mustafa Efendi (KS) Hazretler de ona; “Evladım, o kimse Hızır (as) idi. Olgunlaşmamış meyveler de sizlersiniz” buyurur.

*Pir-i Sani Mustafa Çerkeşi Hazretleri camisinin müezzini bir gün sabah ezanını okumak üzere kalktığında, ortalığın biraz aydınlanmış olduğunu görünce, vakit gecikti zannederek alelacele abdest alarak dışarı çıkar. Dışarı çıkınca da çevreden zikir seslerinin gelmekte olduğunu duyar.Seslerin geldiği tarafa yönelerek küçük çayır denilen dereye varınca,tanıyamadığı pek çok kimselerin zikrullah ile meşgul olduklarını görür ve biarz da tedirgin bir halde yanlarına gider.Yanlarına yeni gelen müezzin efendinin tedirgin olduğunu fark eden zikredenlerden biri ona :”Gel sen de bizdensin.” der.Zikredenler,müezzine de aralarında yer gösterdikten sonra yapmakta oldukları zikre devam etmeye koyulurlar.Bir müddet daha zikre devam ettikten sonra,zikreden bu kalabalık birden ortada kaybolur ve müezzin Efendi orada yalnız başına kalakalır.Olup bitenler karşısında kalan müezzin Efendi,sabah nazmının vaktinin daha yeni olduğunu anlayınca camiye gelerek minareden sabah ezanı okur.Daha sonra da Pir-i Sani Hazretleri ile karşılaşan müezzine cenab-ı Pir-i Sani Hazretleri: “Oğlum o gördüğün cin taifesi idi.sana yer gösterdiler ve seni içlerine aldılar.Bunların hepsi bizim kardeşlerimizdir.Sabah vakti olunca dağıldılar.” buyurur.

* Pir-i Sani Hazretleri, sabah vakitlerinden önce evden çıkıp kaybolur; sabah namazında ise câmide hazır bulunurmuş. Ayakkabılarının içinde her gün çöl kumu olur, hanımı da bu kumları bir torbaya saklarmış. Ömürlerinin sonuna doğru bur gün pir-i Sani Hazretleri eşini yanına çağırarak “Şimdiye kadar bizim ne gibi hallerimizden ve sırlarımızdan haberdar oldun?” buyurmuş. Eşi de, gizlice torbalarda biriktirip sakladığı kumları getirmiş.”Bu kumlar, sabahları Mekke seferinizde ayakkabılarınıza dolan kumlardır” demiş. O’nun güzel bir inanç ve anlayışı olduğunu göstermesinden dolayı, Pir-i Sani Hazretleri de eşine memnuniyetini bildirmiş, çok dua etmiştir.

* Çerkeş’in köylerinden Aliözü’nde oturan, hazretin halifelerinden (yahut pirdaşı) Şeyh Mustafa Efendi bahçesinde sebze sularken, Pir-i Sani hazretleri de Çerkeş’te Dergahının kapısı önünde dervişleri ile birlikte oturmuş konuşuyor, elindeki asayı bir şey karıştırır gibi çeşitli şekillerde hareket ettiriyormuş. Bir süre böyle yaptıktan sonra gülerek, dervişlere “içeri kaçın” demiş. Dervişler içeri girerken, havadan, büyükçe bir çamur parçası gelip dergahın duvarına çarpmış ve orada yapışıp kalmış. Pir-i Sanii hazretleri dervişlere hitaben: “Kardeşim Şeyh Mustafa bahçe suluyordu, ben de asa ile su yollarını bozuyordum. Birkaç defa yapma diye seslendi. Ben durmayınca bir kürek çamur alıp attı. İşte duvara yapışan bu çamur onun attığı çamurdur. Kardeşler arasında bazen bu gibi latifeler olur, demiş.

* Yukarıda sözü edilen Şeyh Mustafa efendi, vakit vakit Çerkeş’e gelerek Pir-i Sanii Hazretlerini ziyaret edermiş. Yine bir gün Pir-i Sani’yi ziyaretinde Şeyhin Ankara’da okuyan oğlu Osman Efendi ile karşılaşmış. Osman Efendi babasının bir köy şeyhi ile bu kadar derin ne konuşabileceğini küçümser bir şekilde içinden geçirmiş. Şeyh Mustafa Efendi bir soru sorar ancak Osman Efendi bu soruyu cevaplandıramaz. Bunun üzerine Pir-i Sanii Hazretleri oğluna: “Evladım daha olmamışsın, git tahsiline devam et” buyurmuş. Osman Efendi Ankara’ya dönmüş, sonunda Ankara Müftüsü olmuş.

* Pir-i Sani Hazretleri’nin Müridi Mustafa Sâfî Efendi 1807 senesinde tahsîlini tamamlayıp icâzet, diploma aldı. İstanbul’da müderrislik yapmak üzere kalmaya karar vermişken, bir gece rüyâsında devrin meşhur evliyâsı Çerkeşli Hacı Mustafa Efendiyi gördü. Ona; “Evlâdım Mustafa Sâfî Efendi! Zâhir ilmini tamamlayıp icâzet aldın. Tasavvuf ilmini öğrenip, ilm-i ledünne kavuşmak için Çerkeş’e gel de bu ilmi tahsîl eyle. Çünkü senin İstanbul’da kalmana izin yoktur.” buyurdu. Bunun üzerine Mustafa Sâfî Efendinin kalbinde ilâhî bir muhabbet, aşk peydâ oldu. İstanbul’da durmaya tahammülü kalmadı. Çerkeş’e gitmek için yola çıktı. Oraya varınca, Hacı Mustafa Efendinin huzûruna gitti. Elini öpüp, talebesi olmayı arzu ettiğini bildirince önce bu isteğine iltifat edilmedi. Ümitsiz olarak huzurlarından ayrıldı.Ancak üç gün dergâhta misâfir kaldı. Sonra o zâtın kabûl buyurması için Derviş Hasan vâsıtasıyla arz edip yalvardıysa da,Çerkeşli Mustafa Efendi;
“O, bir âlim kimsedir. Benim zâhir ilminde onun kadar kuvvetim yok. Bu sebeple talebeliğe kabul edemem.” dedi. Bu haber kendisine ulaşınca, kalbinde aşk-ı ilâhî hâsıl oldu. Bu sırada kalbinde meydana gelen coşkunluğa tahammül edemeyip, hemen huzûruna gitti.Mübârek ellerini öptükten sonra ilm-i zâhiri kalmadığını, aşk-ı ilâhînin gönlünü yaktığını ve onun işâretiyle talebe olmaya geldiğini arz ve beyân ederek yalvardı. Tekrar kabûl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine onu talebeliğe kabûl etti.

Çerkeşi Mustafa Efendi’nin tarikat silsilesi
Zoralı Şeyh Mehmed
Mudurnulu Şeyh Abdullah Rüşdü (ö.1141/1728-29),
Şâbâniyye’nin Nasûhiyye kolunun kurucusu Şeyh Mehmed Nasûhi Üsküdârî (ö.1130/1718),
Karabaşiyye kolunun kurucusu Karabaş Veli(ö.1097/1686)
Tarikatın pîri Şeyh Şâbân-ı Veli’ye(ö.976/1568)ulaşır.
Şâbâniyye mensuplarınca tarikatın ikinci kurucusu anlamında “pîr-i sâni” unvanıyla anılan Çerkeşî Mustafa Efendi’nin 0n’un üzerinde halifesi vardır.
Bunlardan ancak altısının(Beypazarlı Âli,Geredeli Halil,Mustafa Safi,Semerci Şeyh İbrâhim,Tiritzâde
Hüseyin,Ahmed Nûri Baba) adı ve kimliği tesbit edilebilmiştir.Halifelerin faaliyetleri sonucu Çerkeşiyye tarikatı Batı Karadeniz,başta Ankara ve çevresi olmak üzere Orta Anadolu,İstanbul ve Balkanlar’da yaygınlık kazanmıştır.

Halifeleri

1- Beypazarlı Ali Efendi’nin halifesi Kuşadalı İbrâhim ile Geredeli Halil Efendi’ye nisbet edilen İbrâhimiyye ve Hâliliyye adlı iki şübe meydana geldiği söylenirse de bunlardan ancak ilki bir kol olarak kabul edilir. Çerkeşi’nin emrine uyarak ölümünün hemen ardından İstanbul’a giden ve Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi tarafından Fındıkzade’deki Beşikçizâde Dergâhı şeyhliğine tayin edilen Beypazarlı Ali Efendi’nin (ö.1234/1819)yetiştirdiği tek halife olan Kuşadalı İbrâhim Efendi (ö.1262/1846) tekke,taç,hırka gibi tarikatlara ait geleneksel unsurları reddeden fikir ve uygulamalarıyla Türk tasavvuf tarihinde çok önemli bir yere sahiptir.Tarikata Melâmeti bir hüviyet kazandıran Kuşadalı’nın Mehmed Tevfik Bosnevi ile (ö.1283/1866) devam eden silsilesi, “Fâtih türbedarı”diye meşhur olan Ahmed Amiş Efendi (ö. 1920) vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır.

2- Ümmî bir zat olan Geredeli Halil Efendi’dir.Şeyh Halil Efendi II.Mahmud tarafından İstanbul’a davet edilmiş, amellerin niyetlere göre olduğunu ifade eden hadise verdiği mânalar padişahı ve huzurda bulunanları hayrete düşürmüş,büyük iltifat ve takdire mazhar olmuştur.Gerede’de vefat eden Halil Efendi’nin türbesi Aşağı Tekke Camii’nin bahçesindedir. Geredeli Halil Efendi’nin halifelerinden Ömer Fuâdi (ö.1274/1857),İstanbul’da Sofular Ekmel Dergâhı’nda uzun yıllar şeyhlik görevinde bulunmuştur.Devrin iki şeyhülislâmı Ârif Hikmet ve Mehmed Sâdeddin Efendilerin kendisine intisap etmeleri,Ömer Fuâdi Efendi ve Şâbâniyye-Çerkeşiyye’nin ulemâ üzerindeki tesirini göstermesi bakımından önemlidir.Vefatından sonra makamına oğulları Abdullah Rüşdü (ö.1299/1882)ve Yâkup Sıdkı
(ö.1319/1901)geçmiş,Yâkup Efendi’nin ölümünden sonra dergâh oğlu Yûsuf Selâhaddin ileAbdullah Rüşdü’nün oğlu Mustafa Siret efendiler tarafından yönetilmiştır.Daha sonra Üsküdar’daki Atik Vâlide Şâbâni dergâhına tayin edilen Mustafa Siret Efendi,Meclis-i Meşâyih âzası olarak da görev yapmıştır. Geredeli Halil Efendi’nin diğer halifesi Yazıköylü Emin Efendi,bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Nevrekop’a giderek irşad faaliyetinde bulunmuştur.Emin Efendi’nin Mir’âtü’l-âşıkin adlı eseri basılmıştır.Halifesi Nevrekoplu Ahmed Efendi’nin burada açtığı dergâh Balkan Harbi’nde Bulgarlar tarafından yakılmıştır.

3- Diyarbekirli Hacı Mustafa Safi Efendi’yi (ö.1263//1847), Hüseyin Vassaf Geredeli Halil’in halifesi olarak gösterir.Ancak Safî Efendi hakkında bir menâkıbnâme yazan İbrahim Hilmi onun aslında Çerkeşî Mustafa Efendi’nin halifesi olduğunu söyler.Safi Efendi’nin halifesi Geredeli Saatçi Abdullah Efendi’nin müridi Halil Rahmi Efendi(ö.1284/1867), uzun yıllar Divân-ı Hümâyun Kalemi’nde görev yapan Necip Efendi’nin (ö. 1307/1890) şeyhidir.Necip Efendi Aksaray’daki irşad faaliyetini sürdürmüş,devrin tanınmış âlimleri Mehmed Zihni Efendi ve Abdüllatif Harpûti kendisine mürid olmuşlardır.Oğlu Fahri Efendi Kanlıca’daki Atâullah Dergâhı’nda şeyhlik yapmıştır. Sultanahmet’teki Sokullu Mehmed Paşa Dergâhı Şeyhi Hüseyin Efendi’nin oğlu olan Şeyh Mustafa Hulûsi Efendi de (ö. 1299/1882) Geredeli Halil’in halifelerindendir.Halil Efendi İstanbul’a geldiğinde kendisine intisap ederek onunla birlikte Gerede’ye gitmiş, sulûkünü tamamladıktan sonra babasından boşalan dergâhın şeyhliğine tayin edilmiştir.Ölümünden sonra makamına oturan oğlu Hayrullah Efendi’den birkaç ay sonra vefat etmesi üzerine dergâhta irşad faaliyeti diğer oğlu Âtâullah Efendi (ö.1308/1890-91) tarafından sürdürülmüştür.Atâullah Efendi’den sonra yerine,halifesi Beykozlu Ahmed Efendi’den icâzet alan oğlu Mehmed Nidâi Efendi şeyh olmuştur. Halil Efendi’nin Kütahyalı Şeyh Salih Efendi adlı halifesi vasıtasıyla devam eden diğer bir silsilesi günümüze ulaşmıştır.

4- Çerkeşi Mustafa Efendi’nin bir halifesi de İstanbul Zeyrek’te Kilise Camii yanındaki Akşemseddin Dergâhı Şeyhi “Semerci Şeyh” diye anılan İbrâhım Efendi’dir.(ö.1247/1831).Onun vefatından sonra bu dergâhta halifesi Şeyh Halil Efendi(ö.1274/1858) ile bu zatın oğlu ve adaşı Halil Efendi(ö.1333/1915)görev yapmışlardır.

5- Kaynaklarda adı geçmeyen diğer bir Çerkeşi halifesi de Ankaralı Tiritzâde Hüseyin Efendi’dir. Madde yazarının bir şâbânı şeyhinin elinde bizzat gördüğü Şâbâniyye silsilenâmesinde Çerkeşi halifesi olduğu anlaşılan Hüseyin Efendi’nin silsilesi günümüze kadar ulaşmış olup İstanbul ve Karadeniz bölgesinde mensupları bulunmaktadır.

6- Çerkeşi Mustafa Efendi’nin adı ve kimliği tesbit edilen son halifesi,Hacı Bayrâm-ı Veli soyundan gelen şair Ahmed Nûri Baba’dır(ö.1263/1847). Şeyh Halil Baba’nın oğlu olan Ahmed Nûri Baba,babasının ölümünden sonra Çerkeş’e giderek Mustafa Efendi’ye intisap etmiş ve onun halifesi olmuş (Fâtih,s.420),ancak Melâtimetî tavra sahip olduğundan irşad faaliyetinde bulunmamıştır.

Türbe-i Şerifi
Çerkeş ilçesi, Kurtlar Mahallesi, Osman Paşa Caddesinde yer alan Türbe, Pir-i Sani Camiinin içinde ayrılan bir bölümde bulunmaktadır. Pir-i Sani Türbesi aynı isimli mescidin harimi dâhilindedir. Bina moloz taşından harçla yapılmıştır. Türbe, 1734 yılında ölen Halvetiye Dergahı şeyhlerinden Hacı Mustafa Efendi için yaptırılmıştır. 5×5 m2 ölçülerinde kare planlı olan türbe, pandantif geçişli kubbe ile örtülüdür. Kubbe 1944 yılında dıştan kiremit kaplı çatı ile kapatılmıştır.
İçinde bir ağaç sanduka ve bunun etrafında bir demir parmaklık vardır.
Kitabesinde:
1- Düştü bir tarih âkif bendesinin kalbine
2- Hü deyip Firdevs-i vusla erdi Pirim Mustafa.
yazıları okunmaktadır.

Kaynaklar
Mustafa Özdamar , Piran , Kırk Kandil yayınları , 2005
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Türkiye Gazetesi , Orta Anadolu evliyaları cilt 2

Çoban Bey

Çoban Bey

Bursa – Molla Arap mah 6. park sokak’da.

Osmanlı devleti kurucularından Osman Gazi’nin oğludur. Türkmen gruplarını Bursa’ya yerleştiren ve onlara liderlik yapan bir alperendir.
Çoban Bey türbesi’nin yapım kitabesi bulunmamakla birlikte XIV. yüzyyıl başlarında yapıldığı bilinmektedir. Yer yer moloz, taş ve tuğla malzemelerinin bir arada kullanıldığı 6,45×6.45 m iç ölçüsünede kare planlı üzeri basık bir kubbe ile örtülü mimariye sahiptir. Beden duvarlarından kubbeye geçiş üçgenler aracılığı ile sağlanmıştır. Kubbe dıştan betonla kaplı ve iki sıra kirpi saçaklıdır. Yapının içi sıvasızdır.Giriş kapısı tuğladan yapılmış , sivri alınlıklıdır. Güney ve doğu yönündeki altlı üstlü ikişer pencere ile içerinin aydınlanması sağlanmıştır. Batıdaki pencereler ile kapı üstündeki pencere sonradan örtülerek kapatılmıştır.

Türbe de Çoban Bey lahdi ile beraber beş lahit bulunmaktadır. 8 Şubat 1854 ve bir yıl sonra Nisan 1855 yılında meydana gelen büyük depremlerde Bursa’daki bir çok yapı gibi Çoban Bey mescidi ve medresesi de yıkılmıştır. 1971 yılında Bursa eski eseleri sevenler kurumu tarafından onarılmıştır. 1997 yılında Yıldırım Belediyesi tarafından onarılmış ve çevre düzenlemesi yapılmıştır.

Çekirge Sultan

Çekirge Sultan 4

Bursa – Osmangazi’deki Murad Hüdavendigar külliyesinde. Sultan Murad Hüdavendigar’ın türbe kapısı önünde.

Bursa Kütüğüne verdiği bilgiye göre; Murad Hüdavendigar zamanında yaşamış bir zattır. İsmi meçhüldür. I. Murad türbesi kapısında medfundur. Hayatı hakkında bilgi çok kısıtlıdır.

Rivayete göre ; Çekirge Sultan fakir bir adamdır. Sultan ünvanı sonradan verilmiştir. Bursa’da hamamın kapısının önünde sadaka beklerdi. Günün birinde hamamdan çıkan bir kadın feryatlar koparmağa başladı. Kulağındaki küpeleri kaybetmişti. Bütün hamam telaşa düştü, her yere bakıldı ama küpeler yoktu. kadın feryat figan ediyordu. Çünkü küpeleri çok değerliydi. Nihayet işe Çekirge Sultan karıştı ; Kadına ” yıkandığın kurnanın yanında ufak bir delik vardır, dökülen saçlarına sarılı olarak küpelerin oradadır.” dedi. Sonra kadın hatırladı ki ; Hamam girerken küpelerini çıkarmamıştı. Sonra tarandığı sırada dökülen saçlarına sararak bu deliğe koymuştu. hamamdaki bütün kadınlar heyecanla koştular ve küpeleri fakirin söylediği yerde buldular.

Bu hadiseden sonra fakirin kehaneti her yerde duyuldu. Şöhreti o kadar arttı ki ; Sultan Murad’ın kulağına kadar geldi. Adamın gayb ilminde pek mahir olduğu söyleniyordu. Çekirge Sultan , Sultan’ın huzuruna getirildi. Sorulan iki soruya doğru yanıt verdi sonra Sultan Murad kendisine doğru kapalı elini uzatarak sordu ” Söyle bakalım elimde ne var” .

İşte o zaman şaşırdı , tereddüt etti , düşündü taşındı , başını kaşıdı , soruya yanıt vermediğinden kellesinin uçurulacağını düşünüyordu , düşünürken mırıldandı ; ” Bir atlarsın çekirge , iki atlarsın çekirge , üç ” derken.. Henüz sözünü bitirmemişti ki padişah elini açtı. Elinden bir çekirge atladı. Bu hadiseden sonra Padişah fakire bir çok ihsanda bulundu ve kendisine Çekirge Sultan lakabı verildi. Aynı zamanda Padişah’ın müneccim başı olarak tayin edildi.

Kaynaklar ; Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2

Başçı İbrahim Efendi

Bursa – Osmangazi’deki Başcı İbrahim Efendi camii haziresinde

Başçı İbrahim Efendi , aslen başçılık mesleğini icra etmekle beraber müteahhit ve tüccar bir kişidir. Kayıtlarda Cem Sultan Türbesi müteahhidi olarak geçer. Babasının adı Abdullah’tır. Alimleri seven hayır sahenet Yeni belge 3_2sahibidir.
Abdal Mehmed’in sevdiklerinden olup rivayete göre ona her gün pişmiş bir baş verir ve can-u gönülden hizmetinde bulunurmuş. Bir gün Abdal’a sevdiği insanlardan kalabalık bir grup ansızın misafirliğe gelirler. Abdal onlara nasıl izzet-i ikramda bulunacağını düşünürken başçı, adeti üzere pişmiş bir tepesi dolu baş ile Abdal’ın kapısını çalar. Bu geliş Abdal’ın çok hoşuna gider ve kendisine himmet ederek hayır duada bulunur. Ertesi gün Başçı İbrahim Efendi rızkını temin amacı ile başları kazana koyar. Sahur zamanında kazanda başların pişip pişmediğini kontrol için baktığında ne görsün ; büyük kazan ve kepçesi Abdal Mehmed’in himmeti ve nefesinin bereketiyle halis altun olmuş.
Bu hali görünce ;
”İşim altun eyledim (bundan sonra)
Kimden ne derdim var benim ”
diyerek büyük bir servete kavuşur. Bu para ile Maksem’de kendi adıyla anılan camii , hamamımı ve zaviyeyi inşa eder. Abdal Mehmed’e intisap edip onun adına da İki kubbeli Abdal Mehmed camiini inşa eder.
Hayatını hayır ve hasenatla geçirmeye çalışan Başçı İbrahim efendi 11 Zilhicce 885 / 1481’de vefat edince Başçı İbrahim Efendi camii’nin kıble tarafındaki hazirede sırlanır.

Kaynaklar ;Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları

Alaeddin Ali Aksarayi

Bursa – Osmangazi’deki Başcı İbrahim Efendi camii haziresinde medfun . Ne yazıkki Kabir taşı yok.

Karamanlı Şeyh Ali Semerkandi hazretlerinin halifelerindedir. Hayreddin Efendi’den hilafet almıştır. ” Güldeste-i Riyaz-ı İrfan ” adlı eserde Larendeli ( Karaman) olduğu yazılıdır. Muhyiddin İbn Arabi hazretlerinin ” Anka-ı Mağrib ” adlı eserine çok ince meselelere temas eden bir şerh yazmıştır.

Kanuni Bağdat seferine çıkarken kendisiyle görüşmüş ve duasını almıştır. Daha sonra Bursa’ya yerleşmiş ve orada 11 Zilhicce 940/1534 tarihinde vefat etmiştir. Kabri şerifi Başçı İbrahim camii haziresindedir. Ama ne yazıkki kabir taşı yoktur.

Açıkbaş Mahmut Efendi

Bursa – Osmangazi’de Daya Hatun camii haziresinde.

XVII. yüzyılda yaşamıştır ve Bursa’daki Nakşibend-i Atik dergahının kurucusudur. 1601 yılında Diyarbakır’da doğdu. Urmiyeli Seyyid Ahmed Efendi’nin oğludur. Meczub olup başı açık gezdiği için kendisine Açıkbaş Mahmud lakabı takılmıştır. 1666 (H. 1077) tarihinde Bursa’da vefat etti ve Daye Hatun camii’nin haziresinde sırlandı.

Diyarbakırlı olan Açıkbaş Mahmûd Efendi küçük yaşından îtibâren, zamanın âlimlerinden ilim tahsil etti. Olgunluk yaşına gelince, tasavvufa yöneldi. Nakşibendiyye yolu büyüklerinden “Urmiye Şeyhi” diye bilinen amcası Mahmûd Efendinin sohbetlerinde bulundu. Ona talebe olup tasavvuf dersleri aldı. İlimde ve tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. Bir ara Mardin emîri olarak vazîfe yaptı. Bu sırada içinde bulunduğu tasavvufî hâlin verdiği bir cezbeye kapılarak memleketinden ayrıldı. Mısır’a ve başka beldelere gitti. Gittiği yerlerde büyüklerin kabirlerini ve mübârek makamları ziyâret etti. Âlimlerin ve evliyânın sohbetlerinde bulundu. Bir müddet sonra İstanbul’a geldi. Sonra Bursa’ya yerleşti. Bursa’da Ulu Câmi ve Dâye Hâtun Câmilerinde vâzlar vererek insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Talebe okuttu. Nakşibendiyye büyüklerinden Muhammed Hemedânî hazretlerinin topladığı duâ, virdleri ve tesbihleri içine alan Evrâd-ı Fethiyye‘yi okuttu.

Açıkbaş Mahmud Efendi’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

1. Hz. Seyyid-i Kâinât Muhammed-i Mustafa (sas.)
2. Hz. Ebû Bekir (ra.)
3. Hz. Selmân-ı Fârisî (ra.)
4. Hz. Kasım İbni Muhammed (ks.)
5. Hz. Câfer-i Sâdık (ks.)
6. Hz. Bâyezid-i Bistâmî (ks.)
7. Hz. Ebu’l-Hasen-i Harakânî (ks.)
8. Hz. Ebu Kasım Kürrekani (k.s.)
9. Hz. Ebû Ali-i Fâremedî (ks.)
10. Hz. Yusuf-ı Hemedânî (ks.)
11. Hz. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî (ks.)
12. Hz. Ârif-i Rivgerî (ks.)
13. Hz. Mahmud İncir-i Fağnevî (ks.)
14. Hz. Ali-i Râmitenî (ks.)
15. Hz. Muhammed Baba-ı Semmâsî (ks.)
16. Hz. Emir Külâl (ks.)
17. Hz. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (ks.)
18. Hz. Alâeddîn-i Attar (ks.)
19. Hz. Mevlana Nizameddin Hamuş (ks.)
19. Hz. Mevlana Saadeddin Kaşgari (ks.)
20. Hz. Mevlana Alaeddin Mektepdar (ks.)
21. Hz. Mevlana Sunullah Kuzekunani (ks.)
22. Hz. Derviş Ahi Hüsrevşahi (ks.)
23. Hz. Mevlana İlyas (İlyas Badamyari) (ks.)
24. Hz. Seyyid Muhammed (ks.)
25. Hz. Şeyh Ahmed ( Koç Baba) (ks.)
26. Hz. Şeyh Açıkbaş Mahmud Efendi (ks.)

Bazı sebepler yüzünden , bilhassa Narcıoğlu namı ile meşhur bir inatçı münkir ile aralarında geçen muarazdan sonra halkın şikayeti üzerine bir zaman Bursa’dan sürgün edildi. Dersaadet’e celb edilerek   Sadrazam Köprülü Mehmed efendi’nin huzurlarında bazı sözlerinden hapsi emrolunda. Zehirlenmesi için baştabibe bir şişe zehir hazırlatıldı. ” Bismillah” diyerek ve kelime-i tevhidi de söyleyerek şişeyi tamamen içmesiyle zehirin ter olarak dışarı çıkması bir oldu. Sadrazam ve Şeyhülislam da bu hale hayret ettiler. Bunun üzerine izzet ve ikram ile Bursa’ya gönderildi.

Nakşibend-i Atik Dergahı
Bulunduğu Yerde başka bir Nakşibendi zaviyesi  olduğu için Atik (eski) adıyla anılmaktadır. Ancak Açıkbaş Mahmud efendi tarafından kurulmuş olan dergah’a , Açıkbaş Mahmud Efendi dergahı da denilmektedir. Dergah, Bursa da Hisar’da, darphane mahallesindedir.
Dergah’da Postnişin olanlar sırasıyla ;
1- Açıkbaş Mahmud Efendi (v. 1666)
2- Şeyh Ahi Mahmud Efendi (v. 1679)
3- Şeyh Mustafa Efendi (v. 1698)
4- Şeyh Abdülkerim Efendi (v. 1725)
5- Şeyh Abdullah Efendi (v. 1746)
6- Şeyh Mehmed Efendi (v. 1762)
7- Şeyh Mehmed Efendi (v. 1778)
8- Şeyh Abdullah Efendi (v. 1802)
9- Şeyh Abdülkerim Efendi (v. 1831)
10-Şeyh Abdülhadi Efendi (v. 1875)
11-Şeyh Eşref Efendi (v. 1878)
12-Şeyh Şerif Efendi (v. 1926)

Şöhreti her tarafa yayıldı. İnsanlar uzaktan ve yakından sohbetlerine koşup istifâde ettiler. Ömrünü, İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle, insanlara anlatmakla geçiren Açıkbaş Mahmûd Efendi, 15 Ekim 1666 (15 Rebîulâhir 1077) Cumâ günü ikindi vaktinde Bursa’da vefât etti. Dâye Hâtun Câmii hazîresinin batı kısmında defn edildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Açıkbaş Mahmûd Efendinin vefâtından sonra yerine birâderi Kâsım Efendinin oğlu Mahmûd Efendi geçip talebe yetiştirdi. O da vefât edince, oğlu Mustafa Efendi geçti.

 Açıkbaş Mahmud Efendi’nin kabir taşı;
”Fenadan göz yumup Mahmud Efendi
Beka biz-zat segrijn kıldı matlab
diriğa böyle bir er gelmeye hiç                                                          
tarik-i Nakşibendi’de mukarreb
Dinildi rıhleti vaktinde tarih
Makamın cennet-i adn eyleye Rab
sene 1077 ”
Vefatına, kendisini sevenlerden birisinin dürüşdüğü tarih şöyledir ;
” Şeyh Mahmud mefhar-i meczuban
Nesl-i pak hazret-i sultan-ı din
Eyleyüp azm-i beka-yı Cavidan
Kodı uşşak-ı firak içre hazin
Güş idüb naklin didim tarihini
Rahmetin kıla ziyade ol Mu’in

 

Açıkbaş Mahmud Efendi’nin Eserleri
İlmiyle amel eden, güzel ahlâk sâhibi olgun bir velî olan Açıkbaş Mahmûd Efendinin kıymetli eserleri de vardır. Bu eserlerinin başlıcaları şunlardır:

1) Güzîde: Türkçe olup tecvîde yâni Kur’ân-ı kerîmi okuma ilmine dâirdir. Beşiktaş’ta Yahyâ Efendi Kütüphânesinde bulunan ve yirmi dokuz bâb (bölüm) üzerine yazılmış olan bu eser pek kıymetlidir.

2) Evrad-ı Fethiyye: Farsçadan tercüme edilmiş bir eserdir. Nakşibendiyye büyüklerinden Muhammed Hemedânî’nin topladığı, duâ, zikir ve virdleri ihtivâ eden eserin şerh ve tercümesidir.

3) Risâle-i Nurbahşiyye: Emir Sultan hazretlerinin mensûb olduğu Nurbahşiyye tarîkatının evrâd ve silsilesini açıklayan bir risâledir.

4) Arapça, Farsça ve Türkçe olarak yazılmış olan şiir mecmuâsı.

Açıkbaş Mahmûd Efendinin eserleri yazma olup, hiçbirisi basılmamıştır.

Kaynaklar ;
Tarihi Bursa Mezar taşları I – Bursa Hazireleri , Hasan Basri Öcalan , Bursa Kültür a.ş. , 2011
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Mehmed Şemseddin , Bursa dergahları ( Yadigar-ı Şemsi) , Uludağ Yayınları
Mustafa Kara , Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler , Bursa Kültür A. Ş. yayınla

 

Ümmi Kemal Hazretleri (k.s.)

Ümmi Kemal hazretlerinin kabri ; Bolu Merkeze 40 km uzaklıktaki Işıklar (tekke) köyünde camii yanında

Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Asıl adı İsmail olup tahsil görmeden yetiş­tiği için şiirlerinde ”Ümmi Kemal” mahlası­nı kullanmıştır. Şeyh Mehmed Bedreddin’in dervişlerinden ve Cemal-i Halveti’nin tekke arkadaşlarından olduğu rivayet edilir. Bazı metinlerde Kemal Bey olarak da zikredilen şairin mensuplarına Kemaliler denir. Divanındaki bir şiirinden Halveti tarikatına mensubiyeti ve şeyhinin Ubeydullah Hamid olduğu öğrenilmekte­dir. Bir rivayete göre bu kişi Somuncu Baba , bir diğer rivayete göre de Somuncu Baba’nın da şeyhi olan Şeyh Alaeddin Ali Erdebilidir.
Müridlerinden menakıbını yazan Aşık Ahmed ; Ümmi Kemal hazretlerinin ,Horasan’dan geldiği­ni söyler . Anadolu’ya gelince Bolu çevresindeki Aladağ ve Bozarmut civarında yaşamış. Bolu halkını irşada çalışmış. Hacı Bayram-ı Veli’nin sevgi ve ilgisine mazhar olmuştur. Aşık Ahmed, Kemal Ümmi’nin Bolu’da medfun bulunduğunu ve üç oğlu olduğunu bildirerek bunlardan Cemal ve Sinan ile alakah hikayeler de anlatmıştır.
Çok önemli bir şair olan Kemal Ümmi hazretleri ; şiirlerinde Sünni akidenin dışına çıkma­yan Kemal Ümmi’nin manzumelerini iki grupta toplamak mümkündür. Birinci grupta tevhid, münacat ve na’tlar. ikinci grupta ise nutuk tarzı dini ve tasavvufi telkinlerde bulunan şiirler yer alır. İkinci gruptaki şiirlerde temel düşünce mutlak yaratıcıya kavuşmaktır. Bunun yolu olarak da “ölümden önce ölmek” prensibi gösterilir. Kemal Ümmi’nin şiirlerindeki dil ve ifade tarzında da yine bu iki grup şiirine göre farklılık vardır. Birincilerde Arapça ve Farsça sözlerle yüklü ağır bir dil kullanılmışken ikinci grup manzumelerde Türkçe kelimeler ve sade bir söyleyiş hakimdir. Onun bazı beyitleri hikmetler ve özdeyişler , bazıları da nazma çekilmiş atasözü halindedir.

Ümmi Kemal Hazretlerinin eserleri
1. Divan : Çeşitli kütüphanelerde yirmi yedi yazması tesbit edilen divan nüshalarından on dokuzu bir makalede tanıtılmıştır. Camiu’n-nezair ve Camiu’l-meani gibi şi­ir mecmualarında da çok sayıda şiiri yer alan Kemal Ümmi’nin muhteviyatça en zengin divan nüshasında yedisi mesnevi olmak üzere 140 şiiri bulunmaktadır. Divandaki yedi tevhidle biri 161 beyitlik bir mesnevisi diğeri on sekiz dörtlükten oluşan iki münikatı üzerinde Ahmet Tanpınar tarafın­dan bir yüksek lisans çalışması yapılmış­tır .
2. Kırk Armağan :Bazı divan nüshalarında yer aldığı gibi müstakil nüshası da bulunan eser yaklaşık 200 beyitlik bir mesnevi olup ölüm hakkındaki bir hadisin şerhinden ibarettir. Abdülka- dir Karahan bunu kırk hadis tercümesi olarak tanıtmıştır Vasfi Mahir Kocatürk şairin bu eserini ömrü- nün sonlarına doğru yazdığım söyler. Menziller halinde kaleme alınan mesnevide ölüme hazırlanan saliklierin sahip olması gereken özellikler on menzilde dört armağandan meydana geldiği için kitap Kırk Armağan adını almıştır.
3. Risale-i Vefat. Ölmek üzere olan bir kişinin son anları ile mezardaki hallerini anlatan ve ameli salih tavsiyesiyle sona eren bu küçük mesnevi Kırk Armağan’ı tamamlar niteliktedir. Bilinen yegane nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır
4. Risale-i iman. İman ve ibadete ait çeşitli hususları konu alan bu küçük mensur risalenin bilinen tek nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki bir mecmuanın içindedir. Eserde başta namaz olmak üzere ibadetlerin ihlasla yapılmasının faydaları anlatılmakta. ahirete imanla gitmek için bunların önemli olduğu vurgulanmaktadır.

Kaynak ;Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Samsa Çavuş

Samsa Çavuş

Bilecik – Söğüt’de Ertuğrul Gazi türbesinde

Osmanlı devletinin kuruluşuna çokça hizmeti bulunan ve Ertuğrul Gazi ile Osmna Gazi’nin gazalardaki arkadaşıdır. Çavuş Ünvanını ilk kullanan gazidir. Kardeşi Sülemiş ile birlikte maiyetindeki insanlarla beraber önce Bursa – İnegöl civarına sonra da Mudurnu’ya yerleşti.
Samsa Çavuş birçok gazada yararlılık göstermiştir. Aşıkpaşaoğlu’na göre 1304’lü yıllarda Osman Gazi kendisine Lefke’nin (osmaneli) yanında yenişehir suyu civarında bir kaleyi tımar olarak vermiştir. Bu köyün ismi halen çavuşlardır.
Orhan Gazi zamanında Kara Tegin kalesinin muhafızlığına getirilmiştir. Bu kalenin İznik’e yakınlığından dolayı , Samsa Çavuş sık sık İznik ve civarına akınlar düzenlemiş ve bu bölgenin fethinde önemli bir rol oynamıştır.
Bolu2nun Günbegüz köyünde bizzat kendisinin yaptırdığı bir cami , hamam ve çesmesi bulunan Samsa Çavuş’un kabrinin Hacı Musallar köyünde olduğu söylenir. Söğütteki kabrinin ise makam olduğu düşünülmektedir.
[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]

Mehmed Hakan Alşan , Horasan Erenleri , Kurtuba Yayınları , 2012
[/toggle]