Edirne – Merkez – Şeyh Şücaeddin Dergahı
Osmanlı âlimlerinden ve meşhur velîlerden. İsmi, Muslihiddîn bin Alâüddîndir. Cerrahzâde diye meşhur olmuştur. 1495 (H.901)’de Edirne’de doğdu. 1575 (H.983) senesinde Edirne’de vefât etti. Kabri, Edirne’de Şeyh Şücâeddîn Dergâhı bahçesindedir.
Edirne’de büyüyüp, zamânİnİn âlimlerinden aklî ve naklî, fen ve din ilimlerini tahsil etti. Tahsilini tamamladİktan sonra bir müddet Câmi’ul-Atik Medresesi müderrisi olan Molla Lütfullah’tan ilim tahsîl edip Kitab-ül-Miftâh adlİ eseri ondan okudu. Daha sonra Allahü teâlânİn lütuf ve hidâyetiyle tasavvufa yöneldi. Babasİ tasavvuf ehli kâmil bir zât idi. Oğlunun tasavvuf yolunda olgunlaşıp yetişmesini çok arzu etmekte idi. İlk önce kabûl etmedi. Fakat, sonra babasının huzûrunda zikir ve mücâhedeyle uğraştı. Kalbinin temizlenip, nefsinin ıslahına çalışıp, bu yolda olgunlaştı. Sonra, kerâmetler hazînesi Hâcı Çelebi diye meşhûr olan büyük velî Abdürrahîm el-Müeyyedî’nin sohbetine kavuşup ondan feyz aldı. 12 sene müddetle hizmetinde kalıp, kemâle geldi. Sonra talebe yetiştirmek, Allahü teâlânın yüce dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmakla, babasının yerine Edirne’deki Şeyh Şücâeddîn Dergâhında vazîfelendirildi. Birçok talebe yetiştirdi. Çevresindeki insanlara feyz verip aydınlattı. Sonra İstanbul’da bulunan Şeyh Muhyiddîn Dergâhında, yedi sene müddetle talebe yetiştirmek, insanlara vâz ve nasîhat edip güzel ahlâkı anlatmakla meşgûl oldu. Muhyiddîn Ali bin Bâlî, ondan feyz alıp yükselen zâtlardandır. Sonra tekrar Edirne’ye dönüp irşâd, insanlara doğru yolu anlatma vazîfesini yürütürken, Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Cerrâhzâde’nin talebelerinden olan Muhyiddîn Ali bin Bâlî, Ikd-ül-Manzûm isimli eserinde, hocasİnın tasavvuf yoluna ilk girişini şöyle anlatır:
“Hocam Cerrâhzâde’ye tasavvufa nasıl girdiğini sordum. Buyurdu ki:
“İlk zamanlar tasavvufa karşı ilgim ve isteğim yoktu. Fakat zamanla istek duymaya başladım. Bu istek gittikçe fazlalaşıyordu. Bâzı geceler arkadaşlarla ve dostlarla toplanır sohbet ederdik. Bir gece toplantıda bulunanların hepsi uyuduğu zaman, uyku ile uyanıklık arasında bulunduğum sırada, âniden gökyüzünden şiddetli bir gürültü ve çeşitli sesler duyuldu. Başımı kaldırıp baktığımda, içinde bulunduğumuz evin üzerine büyük bir taşın düştüğünü ve tavanın delinip taşın evin içine indiğini gördüm. Taş, evin içinde yerin dibine girip kayboldu. Bu şiddetli gürültüyü duyan ev halkı da uyandı. Gürültünün ne olduğunu birbirlerinden sorduktan sonra tekrar uyudular. Ben ise uyuyamadım, üzerimde bir hâl meydana geldi. Son derece heyecanlanıp korktum, kalbim duracak gibi çarpıyordu. Rahatlamak için oradan ayrıldım, fakat her geçen saat korkum ve heyecanım artıyordu. Nihâyet korku ve heyecan hâlim gidip, sâkinleştim. Aklım başıma geldiği zaman gördüklerimden aklımda hiçbir şey kalmamıştı.
Bir gün babam beni çağırdı ve tasavvufa girmemi teklif etti. Onun teklifini önce kabûl etmek istemedim. Bu esnâda gözümden perde kaldırıldı ve bana kabir ehlinin hâlleri gösterildi. Kabir ehlinin yanında sabaha kadar kaldım. Arkadaş ve akrabâlarım üzüntü ve sıkıntı içindeydiler. Onlara iltifât etmedim ve sözlerinden yüz çevirdim.” dedi. Talebesi Ali bin Bâlî ona kabir ehlinin hâlleriyle ilgili neler gördüğünü sorunca da; şöyle anlattı:
“Allah onlara rahmet etsin. Onları kabirlerinde, evlerinde oturdukları gibi oturur hâlde gördüm. Bâzılarının kabri çok genişti. Kendileri sevinçli, refâh ve sürûr içinde idiler. Bir kısmı da oturduğu yerin darlığından ayağa kalkamıyordu. Bâzısının kabirleri dumanla dolmuş, bâzısının kabri ateşten kıpkırmızı idi. Bâzılarını zayıf ve ızdırap içinde gördüm. Onlarla konuşup hâllerini ve ölüm sebeplerini sordum. Hallerini anlattılar. Ayrıca bana gelip duâ istediler. Bu sırada kendimi bâzan İstanbul’da, bâzan Bursa’da, bâzan da hiç bilmediğim başka yerlerde görüyordum. Bütün bu hâlleri hayretle seyrettim. Bu hâl bir müddet devâm etti. Daha sonra anladım ki, babamın evindeyim. Aynı hâlim devâm ederken bir de baktım, bir kişi gelip elimden tuttu ve beni bir yere götürdü. Onunla berâber birçok garîb ve acâib yerlerden geçtikten sonra, bir dağın tepesine ulaştık. Orada bir zât oturuyordu. Adam beni o zâta takdim edip, size talebe getirdim dedi. O zâtın önünde diz çöktüm. O zât benim sağ elimden tuttu ve bir işâret koydu. Başka bir şahıs getirildi. Ona da bana yaptığının aynısını yaptıktan sonra, bize kalkmamızı ve bir kulübeye girmemizi emretti. Oraya gittiğimiz zaman, o kulübenin kapısı bize açıldı. İçeriye baktık. İçi, isi ve dumanı olmayan kor ateşle dolu idi. İçeri girmekten çekindik. Fakat zor ile içeriye sokulduk. Arkamızdan kapı kapatıldı. Orada, vücûdumuzun ateş değmedik yeri kalmayıncaya kadar yandık. Sonra kapı açıldı ve çıkmamız emredildi. Bizi getiren adam geldi, önceden geldiğimiz yere götürdü. Bu hâl üzerimden gittikten sonra, babam odama geldi. Sıkıntılı olduğumu görüp, sebebini sordu. Ona başıma gelenleri anlattım. Babam cevâbında; “O gördüğün ateş, ilâhî muhabbet ateşidir. Bu gördüklerin, senin Hak yoluna gireceğine ve tasavvufu seven kişilerden olacağına delâlet eder.” dedi. Babamın huzûrunda tövbe ettim. O andan sonra mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak ve zikirle meşgûl oldum.
İşte bu geceden sonra, kendimi beğenmekten, kibirden kurtulup, âciz, muhtaç bir kul olduğumu anladım. Kendimden geçme ve bâzı hâller hâsıl olmaya başladı. Tasavvufa karşı meylim, isteğim ve Allahü teâlânın aşkının cezbesi fazlalaştı. Büyük bir teslimiyet ve sâkinlik hâline girip, çok ibâdet etmeye başladım. Allahü teâlâ bana çok şeyler ihsân etti. Daha sonra beni, kerâmetler hazînesi, Allahü teâlânın velî kulu olan Hacı Çelebi diye meşhûr olan Abdürrahîm el-Müeyyedî’nin hizmetine verdi. Uzun zaman onun hizmetinde bulunup, zikir ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapma ile meşgûl oldum. Bana talebe yetiştirmek husûsunda icâzet, izin belgesi diploma verdi.”
Hocasının huzûrunda meydana gelen hâllerini de şöyle anlattı: “Hocamın hizmetinde halvette iken, zikre ve Kelime-i tevhîd söylemeye devâm ediyordum. Heybetli bir zât gelip, elleriyle, göğsümü yarıp, öyle bıraktı. Sonra göğsüm eski hâline döndü. Tekrar gelip, iki taraftan da vücûdumu yardı. Bu iş saatlerce sürdü. Bundan dolayı çok şiddetli acı ve ızdırap hissettim. Sonra, bende tasavvufta fenâ denilen hâl hâsıl oldu. Sâkinleşince, bu hâlimi hocama arz ettim. Çok sevindi, bana matlûba, sevgiliye kavuştuğumu müjdeledi. Bundan sonra bana talebe yetiştirme husûsunda icâzet verip, babama gönderdi.”
Cerrâhzâde, âlim, fazîlet sâhibi, asrının bir tânesi ve zamânının iftihârı idi. Talebelerinin kalbine hitâb ve tesir etmede büyük bir tasarruf sâhibi idi. Sohbetinde bulunanlar kısa zamanda yükselirdi. Devamlı olarak insanlara hayrı tavsiye eder, vâz ve nasîhatte bulunurdu. Çok ibâdet ederdi. Birçok kerâmetleri vardı. Bu kerâmetlerinden bâzıları:
Talebelerinden Ali bin Bâlî anlatır: “Onun sohbetinden sonra îtikâfda bulunurdum. Bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, mescidde zikirle meşgûl iken, hocam Cerrâhzâde de mescidin bir kenarında kıbleye yönelmiş vaziyette murâkabeye varmıştı. Onun, bir ân için bana iltifât edip baktığını düşündüm. Bu anda beni kuvvetli bir cezbe hâli kapladı. Benim üzerimde garîb hâller zuhûr etti. Neredeyse kalbim duracaktı. Sonra bu hâlimin, onun tasarrufuyla olduğunun farkına vardım. Allahü teâlânın lütuflarına kavuştum.”
Onun talebelerinden Osman Rûmî anlatır: “Bir gece mum yaktım ve odama getirip, direğin üzerine koydum. İşime başladım. Uyuya kalmışım. Mum bitmiş, onun ateşinden direk yanmış, neredeyse oda da yanmak üzereyken uyandım, ateşi söndürdüm. Allahü teâlâya şükrettim. Bu hâli kimse bilmiyordu ve kimseye de anlatmamıştım. Sabah olunca, hocam Cerrâhzâde’nin sohbet meclisinde idim; beni azarladı ve; “Neredeyse evi yakacaktın. Bir daha böyle yapma. Uyanık ol. Bu işini gizli tut.” buyurdu.”
Yine Molla Muhyiddîn Ahîzâde anlatır: “Edirne’de Atik Medresesinde müderris idim. Benim yanıma bir derviş geldi. “Sana bir müjdem var. Ancak âilem ve çocuklarımın nafakası yok. Bir şey vereceğini umarak geldim.” dedi. Ondan neyi müjdeleyeceğini sordum: “Sen, büyük vezîr Rüstem Paşanın Hayrabolu’da yaptırdığı medresede müderris olacaksın. Haber sana filan saat gelecek.” dedi. Onun vermiş olduğu habere inanmadım. Herhangi bir şey de vermeden geri gönderecektim. Sonra bu haberin nereden çıktığını ve onun kim olduğunu sordum. “Ben, Şeyh Muslihuddîn Cerrâhzâde’nin sevenlerindenim. Âile fertlerimin çok ve fakir olduğumu, borçlarımı ödemekte sıkıntı çektiğimi ona arz ettim. Bana buyurdu ki: “Bu gece Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. Bana MollaMuhyiddîn’in Atik Medresesinden, Rüstem Paşa Medresesine naklolacağını haber verdi.” buyurdu. Bu haber Cerrâhzâde hazretlerine filân gün filân saatte ulaştı. Ben sizi bilmediğim ve tanımadığım hâlde size gönderdi. Bu haberi müjdele, umulur ki, size yardım eder ve bâzı sıkıntılarınızı giderir.” buyurdu. Onun emrine uyarak bu maksadla size geldim.” dedi. Bundan sonra onun getirdiği habere inandım. Ona bir şeyler verdim. “Eğer senin dediğin gibi olursa, başka şeyler de veririm. Bâzı zarûrî ihtiyaçlarını gidermeyi söz veriyorum.” dedim. Derviş yanımdan gitmişti. Ben olur mu olmaz mı diye tereddüd içinde iken, onun müjdelediği husus, bildirdiği zamanda bana haber verildi.”
Keramet ve Menkıbeleri
Cerrahzade’nin Selamı Var
Ahîzâde (Molla Muhyiddîn) anlatır:
“Bir gün bulunduğumuz beldeden bir yere gitmek üzere yola çıkmıştık. Hava çok sıcaktı. Son derece sıkıntılı ve harâretli bir hâle düştük. Susuzluk son haddine varmıştı. Kâfilede ise hiç su kalmamıştı. Bize suyun bulunduğu yeri gösterecek birisi de yoktu. Susuzluktan ve harâretten ölüm derecesine geldik. Bindiğim hayvandan indim ve hâlimi düşünerek oturdum. Bir de baktım, uzaktan bize doğru yaklaşan bir karaltı gözüktü. Bize yaklaşınca, ayağa kalkıp karşıladık. Yanımıza gelince, heybesini sırtından indirip, içinden birkaç karpuz çıkardı ve önümüze koydu. “Size Şeyh Muslihuddîn Cerrâhzâde’nin selâmı var. Yola gidebilmeniz için bu karpuzları yiyiniz. Bundan sonra azıksız yola çıkmayınız buyuruyor.” dedi. Adama nereli olduğunu ve ne için geldiğini sordum. Cevâbında; “Şu dağın ardındaki Şeyh Muslihuddîn Cerrâhzâde’nin köyündenim. Bana; “Filân medresenin müderrisi Molla Muhyiddîn yoldadır. Şiddetli susuzluğa düşmüştür. Biriniz şu karpuzları ona çabukça götürüp versin” buyurdu. O, filân yerde ikâmet etmektedir. Ben onun emrine uyup, sizin tarafınıza bunun için geldim.” dedi.”
Kaynaklar
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.263
2) Ikd-ül-Manzûm (Vefeyât Kenarında); c.2, s.312
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.367