Şeyh Şaban Veli hazretleri’nin türbesi ; Kastamonu hisaraltı mevkiinde Şaban-ı veli camii ve külliyesinde
Pir Şaban-ı Veli Hazretleri (k.s.) Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin Gökçeağaç bucağına bağlı Çakırçayı Köyü’nün Cimdar mahallesinde dünya’ya geldi. Hz. Pir’in doğum tarihi hakkında kesin bilgilerimiz olmamakla birlikte müze kayıtlarında 1482 tarihine rastlanmıştır.
Hz. Pir , henüz dünyaya gelmeden babsını kaybettiği için yetim, üç yaşlarında iken annesi vefat ettiğinden öksüz kalır. Daha sonraki hayatı, hayırsever bir hanımın yanında geçer. Bu hanım , Şaban Efendi‘yi manevi evlatlığa kabul etmekle birlikte tahisilini yapmasında maddi ve manevi yardımlarını esirgemez. Hatta tahsilini tamamlamsı için İstanbul’a gönderir.
Hz. Pir , İlk tahsilini Taşköprü’de yapar. Akli ve nakli ilimleri özelikle Kuran, hadis, tefsir ilimlerinde bilgilerini derinleştirmek için Kastamonu’ya gelir. Ancak memleketindeki tahsille yetinmeyerek ilim ve fazilet diyarı olan İstanbul’a gider ve tahsilini İstanbul Fatih civarındaki medreselerden birinde bir odayı ikemetgah ittihaz ederek İstanbul’un tanınmış ilim adamlarından tefsir, hadis ve meali gibi ilimleri tahsile devam etmiş , fakat kalbinde üzücü bir sıkıntının hüküm sürdüğünü bildiği için ekseriya bulunduğu odanın kapısını kilitliyerek münzevi bir hayat geçirmeye başlamış , arasıra da tekeklere devam ederek zikr ile meşgul olan dervişlerin arasına karışmışsa da, üzücü olan bu iç sıkıntısını gidermeye muvaffak olamamış, bu sırada İslam dinine ait ilimleri ikmal eder ve hocalarından ilim neşrine ait icazetnamesini alır.
Bir gece rüyasında ”Sıla’ya dön , Kurtuluş oradadır ”diye bir ses duyar. Bunun üzerine; Bolu üzerinden Kastamonu’ya gitmek üzere yola çıkar. Sılaya giderken yol üzerinde bulunan adını ve methini duyduğu Hayreddin Tokadi Hazretleri’ni ziyaret etmek ister. Bolu’ya yaklaştığı zaman Bolu’dan İstanbul’a gitmekte olan iki derviş görür. Karşılaştıkları dervişler ;
Şeyhimiz Hayreddin Tokadi kazretleri ” Kastamonulu Şaban Efendi, İstanbul’dan dönüyor, onu alın dergaha getirin ” buyurdu. ” Biz istanbul’dan gelen Şaban Efendi’yi bekliyoruz” derler.
Bunun üzerine Pir Şaban Veli Hazretleri ” Kastamonulu Şaban benim ” der. Ve iki dervişle Hayreddin Tokadi Hazretlerinin dergahına gitmek üzere yola çıkarlar. Akşam üstü Tokadi Hazretleri’nin huzuruna varırlar. Yatsı namazlarını tekkede kıldıktan sonra oaradaki zikir halkasına katılırlar. Üçünçü gün Pir Şaban Veli hazretlerinin arkadaşı;
‘‘Üç gündür burada kaldık. Artık destur isteyelim ”deyince Pir hazretleri gözlerinde biriken yaşları silerek;
”Kardeşim! Onlar, bir zincir-i taifedir. Aşıklar kendi taraflarına ve silsilelerine çekerler. Osnların cezbeleri galip geldi. Var sen güle güle git. Bana burada kalmak göründü” deyip arkadaşını uğurlar.
Tokadi’nin dergahında kalan Hz. Pir Şaban-ı Veli, Hayreddin Tokadi hazretlerine biat eder. Tam on iki sene Tokadi hazretlerinin rahle-i irşadında kalır ve canla, gönülle hizmete talip olur. Nefsini ve ruhunu mürşidi yoluna adar. Sonunda mazhar-ı hilafet olur. Hayreddin Tokadi Hazretleri, hilafet duasını yaptıktan sonra ona icazet vererek ;
” Sana hilafet verildi, memlketine dön! İrşat soframızı orada kurarak aşık ve sadıkları irşad edip tarikatı neşrediniz” buyurur.
Pir Şaban-ı Veli Hazretleri , 1530 yıllarında Kastamonu’ya varır. Kastamonu’ya gelişinde ilk zamanları, Seyyid Sünneti mescidi yakınlarındaki Cemaleddin Camii Avlusuna iner. Bir süre burada münzevi bir hayat geçirir.seyyid sünneti Mescidi’nde bulunan halvethanelerin birinde erbaine niyet eder ve erbainin tamamlar. Onun kemalatının farkına varan halk, Hz. Pir’in sohbetlerine iştirak eder. Ancak o tarihlerde mescidin şehrin dışında bulunması nedeniyle Şaban Efendi‘yi Honsalar mahallesindeki Honsalar camiine davet ederler. Şaban Efendi, bu camiide vaz ve nasihat ve irşad ile meşgul olur. Daha sonra çıkan yangında Honsalar camii yanar. Camiyi yeniden yaptırmak isteyen dervişlere Şaban Efendi izin vermeyerek: ” Bu yanıkta bir hikmet vardır” buyurur.
Yangının ardından Şaban efendi, Hisarardı Seyyid Sünneti Mescidine yakın bir eve taşınır ve irşat görevini Seyyid Sünneti hazretleri’nin yaptırdığı dergahta devam eder. Pir Şaban Veli Hazretleri’nin irşadı o dereceyi bulur ki, dar-ı bekaya erinceye kadar üç yüz altmış halife yetiştirir. Bu icazet alanlar Anadolu ve Rumeli’nin muhtelif şehirlerinde tekkeler açmış ve Halveti tarikatının Şaban efendi’nin adına nisbetle Şabani Kolunu kurmuşlardır.
Hz. Pir, Vefatından iki gün evvel dervişlerini yanlarına çağırmış ve her birine ayrı ayrı nasihatte bulunmuşlardır. 976 Zilkade ayının 18’inci (4 Mayıs 1569) günü Hakk’a yürür. Cuma namazından sonra Şaban-ı Veli‘nin cenazesi eller üzerinde Gazi Paşa okulunun bulunduğu ( namazgaha) yere getirilmiştir ve namazı Şeyh Muharrem tarafından kılındıktan sonra Kendi dergahının bahçesine defnedilir. Şu anda Hz. Pir Külliyesi içerisindedir.
Şeyh Şaban Veli hazretlerinin Menkıbeleri (k.s.)
Şeyh Şaban’ın öğrencilerinden olan Muhyiddin Efendi’nin anlattığı rivayet edilen bir menkıbeye göre, Şeyh Şaban öğrencileriyle ders yaparken bir adam huzuruna gelir. “Efendim, yol üzerinde bir değirmenimiz vardı. Bir arkadaşımla değirmenin taşını değiştirecektik. Yeni taşı kaldırdık tam koyacakken derenin dibine yuvarlandı. Dereden tekrar çıkarıp yerine koymamız mümkün değildi. Çünkü taş çok ağırdı. Ne yapacağımızı düşünüp dururken, hatırımıza siz geldiniz ve, “Yetiş ey Şaban-ı Veli Hazretleri!”, diye imdat istedik. O an bir el değirmenin taşını aşağıdan aldığı gibi getirip yerine koydu. İşte orada gördüğüm el ile bu öptüğüm el ile aynı eldi” der.
Şeyh Şaban’ın öğrencilerinden Mehmet Efendi’nin anlattığı rivayet edilen bir menkıbeye göre, Horasan evliyalarından biri, üç öğrencisine Anadolu’da Şeyh Şaban isimli bir evliyanın yaşadığını ve gidip ondan feyz almaları gerektiğini söyler. Yola çıkan dervişler Kastamonu’ya yaklaşırken, Şeyh Şaban kendi dervişlerini yanına çağırıp onlara bir ayna verir ve Horasan’dan gelen üç dervişi yolda karşılamalarını ve aynayı onlara vermelerini söyler. Kastamonu’dan yola çıkan dervişler bir süre sonra, Horasan’dan gelen dervişler ile karşılaşırlar ve onlara Şeyh Şaban’ın armağanı olan aynayı verirler. Aynayı alan her derviş aynaya baktığında Şeyh Şaban’ın tebessüm ederek kendilerine baktığını görür. Bunun üzerine Horasan’dan gelen dervişler, “Biz göreceğimizi gördük, anlayacağımızı anladık, Şeyh Şaban’ın teveccühlerine kavuştuk”, diyerek, Kastamonu’ya gelmeden memleketlerine geri dönerler.
Günün birinde, Şeyh Şaban Veli’nin yanına biri gelir. Çok fakir olduğunu, bir eşeğinin olduğunu onun da öldüğünü söyler. Çocuklarının geçimini temin edecek hiçbir şeyi kalmadığını, namerde muhtaç olmak istemediğini sözlerine ilave eder. Bunun üzerine Şeyh Şaban elini açarak Allah’a, bu fakirin dileğinin gerçekleşip, geçimini temin edecek yolun bulunması için dua eder. Duanın bitiminde dergahın bahçe kapısı açılır ve atın üzerinde bir adam yedeğinde bir katırla içeri girer. Şeyh Şaban’a bu katırı hediye etmek istediğini söyler. Şeyh Şaban da fakire dönerek, “Allah ölen eşeğin yerine daha iyisini hediye etti. Bu katır senin”, der. Olayın ne olduğunu anlamayan adama fakirin durumu anlatılınca, adam aslında katırı yarın getireceğini, ama içinden bir sesin mutlaka bugün götürmesi gerektiğini söylediğini anlatır. Böylece fakir adam geçim kaynağı olacak bir katıra kavuşmuş olur.
Kürekçi Mustafa isminde birinin başından geçtiği rivayet edilen menkıbede, kürekçi birine 1200 akçe borçlanmıştır. Ne kadar çalışsa da kazancı bu borcu ödemeye yetmemektedir. Bunun üzerine bir türbeye gidip burada dua ederek borçlarından kurtulmayı diler. Türbeden çıkışta aklına Şeyh Şaban’a gitmek gelir. Dergaha gelir, Şeyh Şaban’ın huzuruna çıkar. Bu esnada Şeyh Şaban yalnızdır. Kürekçiyi görünce oturduğu minderin altını göstererek buradaki akçeleri almasını söyler. Şaşıran kürekçi minder altındaki akçelerden bir miktar alınca, Şeyh Şaban tamamını almasını söyler. Oradaki akçelerin tamamını alan kürekçi, dua ederek huzurdan çıkar. Dışarı çıkıp akçeleri saydığında tam borcu olan miktar kadar olduğunu görür. Hemen borcunu öder ve o günden sonra da bir daha hiç borçlanmaz.
Murat Halife ismindeki bir imam bir gün dergaha gelir. O sırada öğrencileri ile sohbette olan Şeyh Şaban’ın konuşmalarını dinler. Çok etkilenir. Bir an Şeyh Şaban’ın başını caminin kubbesi büyüklüğünde görür. Hemen yaklaşıp Şeyh Şaban’ın elini öpmeye başlar ve dizinin dibine oturur. Öğrencilerden biri yanındakine, niye hocamızın elini durup durup öpüyor acaba diye sorunca, diğer öğrenci, “gönül gözü açıldı da ondan. Ya hocamızın başının Arş-ı âlaya değdiğini görse, zevkten mahvolurdu”, der.
Şeyh Şaban bir yıl kendine ait bir odada halvete girerek günlerce dışarı çıkmaz. O sıralarda vakit Hac mevsimidir. Kastamonu’dan bir kişi de hac görevini yerine getirmek için Kabe’ye gitmiş, görevini yerine getirip memleketine döneceği zaman çok hastalanmış, uzun zaman hasta yatmış, bir türlü iyileşip de memleketine dönememiştir. Memleket hasretiyle yanıp tutuştuğu bir an, yanına biri gelerek hacının ağlama nedenini sorar. Sıkıntısını öğrenince, “Kabe’nin Hanefi mihrabının yanında beş vakit namaz kılıp kaybolan biri vardır. Oraya git ve onu bul. Bulunca da ellerine yapış, derdini anlat. Kendisini gizlerse de sen ısrarla derdine çare olmasını iste”, der. Hacı peki diyerek Hanefi mihrabının yanına gider. Namaz kılarken dikkatle etrafını kontrol eder. Bir ara memleketinden tanıdığı Şeyh Şaban’ı görür, namazdan sonra yanına giderim diyerek, hem namazını kılar hem de derdine derman olacak kişinin kim olduğunu anlamaya çalışır. Namaz bittikten sonra Şeyh Şaban’a baktığında onun kaybolduğunu görür. O zaman, aradığı kişinin Şeyh Şaban olduğunu anlar. Bir sonraki namazda, yine aynı yerde Şeyh Şaban’ı görünce hemen yanına gidip derdini anlatır ve çare olması için yalvarır. Şeyh Şaban sırrının açığa çıkmasından korktuğunu dile getirince, hacı sır saklayacağına yemin eder. Şeyh Şaban namazdan sonra kimsenin bulunmadığı bir yerde görüşerek hacının gözlerini kapatmasını söyler. O zat gözlerini açtığında kendisini Kastamonu’da evinin kapısında bulur. Bu menkıbenin Benli Sultan hakkında da anlatıldığını bu arada not edelim.
Şeyh Şaban Veli kalabalık arasına çıkmayı sevmez. Daha çok uzlette yaşamakta, vaktini ilimle, ibadetle ve öğretmekle geçirir. Halvete girdiği dönemlerde bir dostu ona yemek getirmektedir. Fakat her ne olursa olur, birkaç gün yemek getirmeyi unutur. Aklına geldiğinde bin bir üzüntüyle Şeyhin yanına koşar, yemek getirip özür diler. Bu durumdan hiç şikayetçi olmayan Şeyh yemek gelmediği günlerde fare yiyeceklerinin artıklarıyla beslendiğini, onların da hepsini fareler de aç kalmasın diye yemediğini Allah’a hamd ederek anlatır.
Efsaneye göre Şeyh Şaban-ı Veli’nin yedi kardeşi vardır. Şeyh Şaban-ı Veli bir gün eline yedi taş alır ve bu taşları değişik yönlere doğru atar. Her taşı atışında da bir kardeşin ismini söyler. Böylece hangi taş hangi yöne gidip düşmüşse, ismi söylenen kardeş oraya yerleşmiş, halka kerametlerini göstermiştir. Yörede Şeyh Şaban-ı Veli kadar tanınan ve Ilgaz Dağı eteklerini mesken tutan Benli Sultan ile Taşköprü’ye yerleşip bir gün taşla sohbet ederken coşup taşı hamur gibi sıkan ve taşta parmak izlerini bırakan Abdal Musa bu kardeşlerden ikisidir.
İnanışa göre kötü yolda olan, bundan içten içe vicdani rahatsızlık duyan kişiler rüyalarında Şeyh Şaban-Veli’yi görmektedirler. Rüyalarında Şeyh Şaban-Veli onları türbesine çağırmakta ve doğru yola girmeleri gerektiğini söylemektedir. Özellikle ahlak dışı yollarla geçimini sağlayan kadınlar ile hırsızlar Şeyh Şaban-ı Veli’yi rüyalarında görmektedirler. Rüyayı gören kişi türbeye gelip tövbe etmekte ve inanışa göre türbenin bahçesinde akan zem zem suyunu eve götürüp, bu suyla yıkandıktan sonra annelerinden yeni doğdukları gibi günahsız olmaktadırlar.
Mehmet Bey, bir kış günü Çankırı’dan Kastamonu’ya düğünden dönerken dağda kardan, buzdan arabası çalışmaz, karısıyla birlikte dağ başında yolda mahsur kalır. Araba tamirinden çok fazla bir şey anlamamakla birlikte Mehmet Bey arabayı çalıştırmak için epeyce uğraşır, ama başarılı olamaz. Dağda cep telefonu da çekmediği için kimseye ulaşamaz. Gecenin çok geç bir saati ve buzlanma olduğu için de yoldan geçen çok azdır. Geçen arabalar da fren yapamadıkları için duramamaktadır. Kendilerini çaresiz hisseden çiftten Süheyla Hanım, “Yetiş ya Pir” diye dua etmeye başlar. Mehmet Bey bütün olanların sıkıntısıyla son derece öfkeli bir şekildedir. Bu duaya bile çok sinirlenir. ‚ “İlla dua edeceksen kurtlar kuşlar bizi bu dağ başında yemesin diye dua et, bu havada Pir bile türbesinden çıkıp gelmez”, diye karısına çıkışır. Bir süre sonra bir araba yanlarında durur ve içinden 55-60 yaşlarında, Süheyla Hanım’ın ifadesine gore, nur yüzlü bir bey iner ve sorunu öğrenir. Sonra arabanın motor kısmını açar, bir beş dakika kadar uğraşır, sonra Mehmet Bey’e, “Arabayı yavaş yavaş çalıştırın”, der. Mehmet Bey arabayı çalıştırır ve araba yürümeye başlar. Bunun üzerine arabayı tamir eden bey kendi arabasına biner ve, “Her ihtimale karşı ben önden ağır ağır gideyim siz beni takip edin”, der. Bu şekilde Kastamonu’ya yaklaşık 5-10 km. kalana kadar giderler. Bir ara bir sis olur ve sisten çıktıklarında düz yolda olmalarına rağmen arabayı bir daha göremezler. Yol buzlu olduğundan hızlı gidemeyeceği için, yolda da herhangi bir sapak olmadığından arabaya ne olduğunu bir türlü anlayamazlar. Mehmet Bey şaşkın şaşkın “Düz yolda bir araba yok olmaz ya, uçmaz ya”, diye kendi kendine söylenirken, Süheyla Hanım, “O kesin Pir ya da Pir’in gönderdiği biriydi”, der. Bugün hala Mehmet Bey olayı anlayamadığını ama eşinin de inandığı gibi kendisinin de artık, o yolda yardım eden kişinin Pir olduğuna inandığını söylemektedir.
Fakir bir ailenin yüksek okul mezunu bir oğlu vardır. Çocuk okulu bitirdikten sonra iki yıl kendine uygun bir iş bulamamış, bu nedenle ciddi bir psikolojik bunalıma girmiştir. Hem okuyup da iş bulamadığını hem de çocuğunun günden güne üzüntüden zayıfladığını, hastalandığını gören anne Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesine gelerek burada dua edip namaz kılmış, oğlunun işe girmesi için yedi Cuma gelmeye niyet etmiştir. Kadın, yedi hafta diyerek eğer bu süre içinde olmazsa hem veliyi rahatsız etmem aynı konu için, hem de hayırlı olsaydı iş zaten veli onu oğluma nasip ederdi, diye düşünmekte ve inanmaktadır. Niyet ettiği gibi yedi Cuma gelerek burada namaz kılıp, hayırlı bir iş için dua eden kadın, yedinci Cuma günü türbeden evine geldiğinde kapıyı açarken telefonun çaldığını duyar. Aceleyle telefona yetişip açan kadın, sanayi denilen yerdeki bir fabrikadan oğlunu aradıklarını öğrenir. Telefondaki kişi, oğlunun fabrikasındaki işe altı ay önce başvuruda bulunduğunu, elemana yeni ihtiyaç duydukları için bugün aradıklarını eğer işe girmediyse gelip kendileriyle oğlunun görüşmesini ister. Hemen oğlunu bulan kadın, fabrikaya gönderir ve oğlu teknisyen olarak aynı gün o fabrikada işe girer ve üç yıldır aynı fabrikada çalışmaktadır.
Duruçay (Camili) köyünden Tevfik Çelikten, yoksul bir ailenin çocuğudur. Bütün zorluklara rağmen okumaya devam etmiştir. Her gün köyden Kastamonu’ya yürüyerek gelip giden Tevfik Çelikten, bu zor koşullar nedeniyle sınıfını geçse de çok başarılı bir öğrenci değildir. En büyük endişesi lise bitince ne yapacağıdır. O kadar sıkıntıyla okuduktan sonra şehirde iş bulamayacağını düşünmekte, üniversiteye gidemeyeceğini de bilmektedir. Liseyi bitirip köyde kalıp, çiftlikte çalışmak zor gelmektedir. Bütün bu sıkıntılarla her gün okula gitmeden ya da okul çıkışı Şeyh Şaban-ı Veli türbesine gidip namaz kılıp dua etmektedir. Liseyi bitireceği hafta bütün kaygıları daha da artmış halde türbeye gittiğinde dua etmiş, oradan okula gitmiştir. Milli Güvenlik dersinde hoca, “İçinizde astsubay olmak isteyen var mı?”, diye sorar. Tevfik Çelikten el kaldırır. Bunun üzerine hoca astsubaylık sınavı açıldığını, başvurular için de son günler olduğunu söyleyerek isteyenlere başvuru formu verir. Sınıftan bir tek Tevfik Çelikten katılır ve başarılı olur. Bugün emekli astsubay olan Tevfik Çelikten hayatının değişmesini sağlayan fırsata Şeyh Şaban-ı Veli’nin vesile olduğuna inanmaktadır.
Bu menkıbeyi anlatan ise, bizzat olayı yaşayan kişidir. Kastamonu merkezinde yaşayan bir çiftin otuz yıllık evlilikleri süresinde bir çocukları olmamış, yıllarca çocuk özlemiş çekmiştir. Bir gece kadının rüyasına giren Şeyh Şaban-ı Veli, kadının yanına gelir, saçını okşar. “Kızım üzülme senin ocağını tüttürecek çocuk, Taşköprü’nün …………köyünde, ……..anne ile ………babanın çocuğudur. Çocuğun ismi de şudur. Gidin onu alın evlat bilin, sizin evladınız olsun”, demiştir. Sabaha uyandığında kadın, hala rüyanın etkisindedir. Bunu kocasına anlatır. Kocası, “Eğer Şeyh Şaban-ı Veli söylediyse öyle bir köy ve orada bizim çocuğumuz mutlaka vardır”, der. Aynı sabah Taşköprü’nün adı geçen köyünden çocuklu bir kadın da pazara satmaya mal getirir. Fakir bir kadındır ve geçimini küçük bahçesinde yetiştirdiklerini satarak sağlamaktadır. O gün pazarda malını sattıktan sonra Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesine gelerek burada namazını kılar. Yorgunluktan namaz sonrası türbenin duvarına dayanmış dinlenirken, kendinden geçer ve uyuya kalır. O da rüyasında Şeyh Şaban-ı Veli’yi görür. Veli rüyasında kadına, “En küçük kızının evlatlık verilmesi gerektiğini, yoksa bu dünyadaki kısmetinin bittiğini, üç gün içinde evlatlık verilip başka bir ocağın bacasını tüttürmezse öleceğini”, söyler. Kadın rüyada, “Eğer ölecekse evlatlık vermeye razıyım”, der. Şeyh Şaban-ı Veli kadına rüyasında evlatlık vereceği konusunda kadına yemin ettirir. Tam kime evlatlık vereceğini söyleyeceği an türbede bir çocuk ağlar ve kadın uykudan uyanır. Böylece kime vereceğini öğrenemez. Gördüğü rüyayı nasıl yoracağını bilemeyen kadın, hemen müftüye gider rüyayı anlatır, ne yapması gerektiğini sorar. Rüyayı baştan sona dinleyen müftü rüyada gördüğü Şeyh Şaban-ı Veli’nin görüntüsüne ve söylediklerine dair birkaç soru sorar ve rüyadaki kişinin Şeyh Şaban-ı Veli olduğuna kanaat getirir. Bunun üzerine kadına, çocuğunu evlatlık vermesi gerektiğini, bunun Şeyh Şaban-ı Veli’nin aracılığıyla Allah’ın isteği olduğunu söyler. Özellikle evlatlık verilmezse üç gün içinde öleceği düşüncesi kadını çok korkutmuştur. Fakat kadın kime kızını götürüp evlatlık vermesi gerektiğini bilmediği için, kapı çalınıp da, “Bu kızı evlatlık alın yoksa ölecek denmez”, diye düşünmektedir. Bunun için ne yapacağını bilmemektedir. Müftü kadının evine gitmesini, çocuğun kısmetinin çocuğu bulacağını söyler. Eğer üç gün içinde bir aile gelip evlatlık almazsa, kadının kızı ile birlikte türbeye gelip, buradaki zemzem suyuyla yıkanıp tövbe etmesini, kısmeti bulamadığını Şeyh Şaban-ı Veli’ye söylemesi gerektiğini zaten bu durumu Şeyh Şaban-ı Veli’nin bileceği ve anlayacağı için kadına anlayış göstereceğini söyler. Kadın endişe, şaşkınlık ve telaş içinde köyüne gider. Üç gün sonra, çocukları olmayan aile rüyalarında kendilerine söylenen köye gelerek doğru muhtarın yanına gidip, …….isimli ailenin evi nerede diye sorar. Muhtar bu çifti alarak çocuğun evine getirir. Kapı çalınıp da kadın kapıyı açtığında kapıda tanımadığı bir erkekle kadını gören anne, çocuğunu evlat edinecek ailenin geldiğini anlar. Çocukları olmayan aileden kadın gördüğü rüyayı, çocuğun annesi de kendi gördüğü rüyayı anlatır. Çocuğun annesi hiç birşey sormadan, nerelisiniz, kimsiniz demeden kızının eşyalarını bir bohça yapıp aileye verir, kızını da elinden tutarak kadının kucağına teslim eder. Çocuğun annesi eğer kadına ve erkeğe nerelisin kimsin diye sorarsam Şeyh Şaban-ı Veli’yi gücendiririm. O benim iyi ailedir sözüme güvenmedin mi diye düşüneceği endişesi bir de yeri ve ailenin kim olduğunu tam olarak bilirse evlat hasretiyle bir gün verdiğine pişman olup gidip alırım o zaman da çocuğum ölür endişesiyle hiç bir şey sormaz. Çocuğu olmayan aile kızı bir yaşında alıp Kastamonu’ya evlerine getirir ve öz evlatları olarak kabul edip yetiştirirler. Fakat çocuktan nasıl evlat edindikleri gerçeğini saklamazlar. Kız on beş yaşına gelince aile kendilerinin artık iyice yaşlandığını, ölürlerse mallarını kızlarına veremeyecekleri için mahkeme kararıyla evlat edinmeleri gerektiğini düşünürler. Bunun için nüfus cüzdanının çıkarılması gerektiğinden, ayrıca evlilik çağı gelip isteyenler de çok olduğu için evlilik için de nüfus cüzdanı gerektiğinden köye giderek kızın öz annesini bulup mahkemeye getirirler ve mahkeme kararıyla evlat edinirler. Kız öz annesini sadece o gün görür. Öz annesi mahkemeden kısa bir süre sonra ölür. Kız o gün kendinin yedi kardeşi daha olduğunu ve onların nerede yaşadıklarını öğrenir. O günden sonra kardeşleriyle de görüşmeye başlar. On altı yaşında da kız evlenir. Bugün Muş’ta öğretmenlik yapan bir kızı ve teknisyen olarak fabrikada çalışan bir oğlu vardır. Evlendiği günden bu güne kadar hemen her Cuma Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesine gelerek şükür namazı kılmaktadır. “Eğer Şeyh Şaban-ı Veli annelerimin rüyalarına girerek benim evlatlık verilmemi sağlamasaydı bugün ya ölmüştüm ya da köyde çok perişan yoksul biri olarak yaşamış olacaktım. Ha öz ailemdem 16 yaşında gelin çıkmışım ha bir yaşında gelin çıkmışım. Ben bugünümü Şeyh Şaban-ı Veli’ye borçluyum” demektedir.
Şeyh Ömer Fuadi zamanında hayırseverlerden İstanbul’da bulunan Ömer Kethüda tarafından türbenin inşası için üç bin kuruş gönderilmiş ve daha lüzum ettikçe göndereceğini Ömer Fuadi’ye bir mektupla bildirmiştir. Bilahere Ömer Kethüda hakız yere idam edildiğinden hayır severlerin yarıdmı ile türbe yapılmıştır. Daha sonra camiinin yanında üç kat üzerine haram ve selamlığı havi muazzam bir bina inşa edilir.
Bu Bina 1318 (1902 M.) tarihinde harap olduğundan yıkılmış ve Mahmut Paşa tarafından iki tane harem ve selamlığı havi bugünkü mevcut binalar yapılmış ve ikisinin arasına mutbak kurulmuştur. Binaların yapılmasından sonra iki bina arasına abdest için havuz inşa edilmiştir. Şaban-ı veli’nin sandukası yeniden yapılmış, yazılı ve işlemeli bir örtü ve aynı zamanda lahuri bir şal konmuştur. Türbe ve zaviyelerin kapanması üzerine sanduka üzerinde bulunan taşla beraber bu şalda alınmıştır.
Zemzem suyu
Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri’nin türbesinin bahçesinde akan suyun zemzem tadında olduğu kabul edilir. Bunun için Hicaz’daki zemzem kuyusundan Kastamonu’ya, İstanbul’a, Bolu’ya, Bursa’ya, Buhara’ya, Semerkand’a, Endülüs’e ve Fas’a uzanan görünmeyen kanallar olduğuna inanılmaktadır. Şifa olması niyetiyle konuşamayan çocuklara içirildiği gibi, yeni doğan çocuğun ağzına da ilk giren şeyin zemzem olması isteğiyle bu sudan damlatılmakta, ölmekte olan kişinin ağzı zemzemli gitsin diye, yine ağzına bu sudan damlatılmaktadır.
Şeyh Şaban-ı Veli Külliyesi
Cami, türbe, Kütüphane, dergah evleri, asa suyu, gasilhane, kurban kesim yeri ve tuvaletten oluşan Şeyh Şaban-ı Veli Külliyesi, Musafakih Mahallesi Gümüşlüce Caddesi üzerinde yer alır. Hz. Pir Camii adıyla anılan yapı, tahminen 1480’lerde yapılmış olan Seyyid Sünneti Efendi Mescidi’nin yeniden inşaı ile meydana gelmiştir. Menakıbname’den ahşap ve kubbeli olduğu anlaşılan ilk cami küçük fakat manevi hatıraları ile önemli idi. Dergahın şöhret bulması ve halkın rağbeti ile ihtiyaca cevap veremez hale gelen mescid, aynı arsa üzerinde genişletilir. Böylece harimi üç kat halinde kademeli olup arka tarafında halvethaneler sıralanmıştır. Doğu yüzünden açılan kapıdan başka iki ayrı kapıdan da üst kademelere giriş sağlanmıştır. Mihrap alçıdan ve bezemeli yapılmıştır. Sedef minber kapısı ise ahşap oyma tekniği ile yapılmış nadide bir eserdir. Aynı şekilde bir diğer sanat şaheseri ahşap vaaz kürsüsüdür. Tek şerefeli minare kuzey doğu köşede yer alır. Halkın bağışladığı bakır şamdanlar ve hat örnekleri bu güzelliklere güzellik katar. Mevcut kitabeden Caminin 1580 yılında Sultan III. Murad’ın hocası Şücaeddin Efendi tarafından yenilendiği anlaşılıyor. 1702, 1778, 1845 ve 1950 yıllarında tamir ve restorasyon gören yapıya, 1954 yılından itibaren dernek çatısı altında cümle kapısı önüne kapalı son cemaat mahalli ilave edilir.
Harçla moloz taşından örülen türbe binası 9.5 m. uzunluğunda bir kare plana sahiptir. Üç kapısı altı penceresi ile yapının inşaı sırasındaki yaşanan sıkıntı ve ilgi çekici olaylar Ömer Fuadi tarafından kaleme alınan Türbename adlı eserde anlatılır. Bir Mevlevi tarikatı mensubu olan Sadrazam Kuyucu Murad Paşa’nın desteği ile Anadolu’nun her yerindeki evliya zümresine saygı ve hizmetiyle meşhur Ömer Kethüda bey tarafından Fuadi’ye bir gün bir mektup gönderilir. Bu mektupta, Şaban-ı Veli Hazretlerinin mukaddes ruhlarına hürmeten mezarı üzerine bir türbe yapılmasını arzuladığını belirten Ömer Kethüda, bu iş için üç bin kuruş nezrettiğini ilave eder. Ömer Fuadi bu teklifle birlikte Şeyh Muhyiddin Efendi’nin vasiyetini hatırlar. Ġnşaat başlar, duvarlar pencere hizasına kadar yükselir. Bu sırada Kethüda Ömer Bey yeni sadrazam Nasuh Paşa tarafından Diyarbakır kalesinde haksız yere hapsedilip öldürülünce, türbe inşaatı iki yılı aşan bir süre atıl kalır. Sonunda Hibetullah ve Mehmet Efendiler başta olmak üzere halkın katkılarıyla inşaat tekrar başlar.
Türbenin tamamlanıp kubbenin zirvesine kilit taşı yerleştirileceği gün hazır bulunan dervişler ilgi çekici bir zikir halkası teşkil ederler. Zakirbaşı kubbenin tepesinde olmak üzere dervişler üç kat iskele üzerinde halka olup zikre başlar. Son ilahi bitmek üzeredir ki, türbe binası rahmani bir hareketle dervişlerle birlikte sallanmaya başlar. Binanın hareketi üzerine orada bulunan herkes hayret ve dehşet içinde kalır. Kubbenin yıkılacağından korku ve endişeye kapılan mimarbaşı elindeki metre ile etrafındakileri durdurmaya çalışır. Ömer Fuadi’nin kardeşi sakinleştirmek için ona seslenip, -Korkma usta!. Bu hareket yıkılmak için değildir. Hz. Pir’in türbesi de dervişlerle zikretmektedir. Der. Kurban kesilir, kilit taşı yerine konur. Dua edilirken türbenin tekrar sallandığı görülür. Oradaki herkes bu durumu tüyleri ürpererek seyreder. Fatihadan sonra eller yüze sürüldüğünde türbe sükunet bulur. Bugün türbede kabirlerin üzerine işaret olarak konulmuş olup içleri boş olan on altı tane ahşap sanduka bulunmaktadır. Üzeri bitkisel motifler ve yazılarla süslenmiş yeşil kadife ile örtülü, baş kısmı da siyah tülbentle sarılı olanı Şaban-ı Veli’ye aittir.
Külliyenin kütüphanesi, türbenin kuzeybatı cephesine bitişik kare planlı kargir bir yapıdır. Kitapların çoğu Çorumlu İsmail Kudsi Efendi tarafından vakfedildiğine göre, 1637 yılından sonra inşa edilmiş olmalıdır. Zamanla harap olan bina 1965 yılında dernek tarafından yenilenmiştir. Kütüphanenin alt katına girilen kapının hemen yanıbaşında yer alan Asa Suyu’nun, Hz. Pir’in asasını yere vurmasıyla çıktığına inanılır.Tad ve koku bakımından zemzem suyunu andıran bu suyun bazı hastalıklara şifa ve psikolojik rahatlık verdiği kabul edilir. Vaktiyle ramazan aylarında Kastamonulunun Nasrullah Camiine ve evlere götürülüp oruçların bu su ile açıldığı anlatılır.
Harem ve selamlık olmak üzere iki bina halinde inşa edilmiş olan konaklar, sırtını Ersil Kayasına dayamış vaziyette caminin kuzey doğu köşesindeki mevkide yer alır. Zemin katlar moloz taştan olmak üzere ahşap malzemeden iki katlı olarak inşa edilen binalarda göz zevkine hitap eden bir işçilik göze çarpar. 1900’de inşa edilen konakların banisi Mahmut Sırrı Paşadır16. Konakların önünde yer alan şadırvan 1910 yılında Mahmut Paşa’nın eşi Prenses Fatma Hanım adına yaptırılır. 1989 yılında aslına uygun şekilde restore edilir. Türbe civarındaki hazirede medfun bulunan zatlar, Hz. Pir ve halifelerinin halk ile kaynaşma derecesini gösterir. Kastamonu valilerinden muhtelif tarikatlara mensup zatlara kadar toplumun her kesiminden bir çok kişinin kabri bu hazirede yer alır.
1954 yılında Hasan Fehmi Ataulusoy, Hamdi Pehlivan, Niyazi Yücebıyık, Osman Keserci, Asaf Zaluludağ, Kamil Türit ve İhsan Sezgin’den müteşekkil yönetim kurulu ile Şaban-ı Veli Onarım Derneği kurulur. 1995’te Şeyh Şaban-ı Veli Müzesi açılır ve 1996’da Resmi Gazete’de yayınlanan kararla Şeyh Şaban-ı Veli Kültür Vakfı kurulur.